Eski ya da yeni, büyük ya da küçük fark etmez; gerçek politik oluşumlar ilkesel omurları sayesinde dik dururlar. AKP, ilkesel omurlardan yoksun olduğu için ağırlıklı olarak pragmatik manevralarla ayakta durmaya çalışan bir iktidar tipidir

Muhalefetin arzusu, iktidarın korkusu

Murat Müfettişoğlu

“içimde nice zamandan

kalma bir arzu var"

Attila İlhan

“İnsanın en büyük hususiyeti, içinde bulunduğu hâlden kurtulma arzusudur” Ahmet Muhip Dranas

“Çocuk için esas olan oyun oynamaktır” der Nietzsche. Çocuk, oyun kurar ve bozar, sonra tekrar kurar. Bitmez tükenmez bir dürtüyle yaptığı şey, kendisini oyunlar üzerinden var etme girişimidir; zira tek bildiği, en iyi bildiği şey oyundur. Ve bütün enerjisinin kaynağı zihninin derinliklerinde üretilip duran bir duygudur. Aynı duyguya, yaşamın ve yaşamanın bilincine varabilmiş, bu yüzden özgürlüğünden ve varoluşundan ödün vermek istemeyen yetişkinler de sahiptir. O duygu arzu’dur.

20. yy. politik düşünürlerinden G. Deleuze ve F. Guattari, ortak çalışmaları Anti-Ödipus’ta arzunun devrimci bir duygu olduğundan söz ederler. Nedeni açıktır: Arzu, her zaman daha fazla yoğunlaşmalar, bağlantılar ve bütünleşmeler ister. Yani aslında kendi kendini üretmeye meyilli “ilginç” bir dinamiği vardır. Arzuyu bastırmak ise, baskının, sömürünün ve kulluğun bizatihi kendisini arzulamaya neden olur. Örneğin; klasik baba figürü patriarkal(ataerkil) geleneğin aktarıcısıdır ve sistemik iktidarın “en baba” kurumu olan devletin de ailedeki temsilcisidir. Çocuğun babasına karşı içinde barındırdığı (çatışmacı) kıskançlık duygusunun bastırılması, büyüyüp yetişkin biri olduğunda baskıcı biri olmasını sağlar. Kontrol ve sömürü mekanizmasını işleten devletin(iktidarın) hegemonyasını olumlar, hatta arzular. Kısaca ‘tez-tespit’ budur.

Devam etmeden önce zaman zaman kullandığımız iki önemli kavramı tekrar hatırlatalım: Antagonizma ve agonizma. Nitelikleri ve konumlanışları itibarıyla birbirleriyle çatışmalı öğelerin ilişkisi antagonizma kavramıyla açıklanır. Emekle-sermaye, emekçiyle-işveren, faşistle-demokrat, yobazla-laik, kapitalist iktidarla-sosyalist muhalefet vb. arasındaki ilişki antagonisttir. Agonizma ise, Eski Yunancada örgütlenmiş mücadeleyi ifade eden agon kökünden gelir; iktidarla çatışan (muhalif) grupların kendi aralarındaki bütünleşmeci rekabeti tanımlamak için kullanılır. Grupların birbirlerine rakip olmaları birleşmelerinin önünde engel teşkil etmediği gibi kurucu diyalektiğin gereğidir.

M. Foucault, Anti-Ödipus’a yazdığı önsözde, arzunun gerçeklikle ve kapitalizmle ilişkisine dair soyut analizlerin oldukça somut sorulara cevap sağladığını iddia eder. Ona göre, ‘başımıza neler geldiğinden ziyade, nasıl devam etmek gerektiğiyle’ ilgili sorulardır bunlar: "İnsan, zihninde, söyleminde ve eyleminde arzuyu nasıl devreye sokmalıdır? Arzu, politik mecrada nasıl yayılabilir, daha da önemlisi, kurulu düzeni alaşağı etme sürecinde nasıl daha fazla yoğunlaştırılabilir?" Bu bağlamda çatışılması gereken üç engel vardır: 1) Sistemik iktidarın ve geleneksel muhalefetin bürokratik güçleri ve hatta çilekeşlikten kurtulamamış, dolayısıyla kurucu politikaları hayata geçirmekten aciz sinik “muhalif” anlayışlar. 2) Arzunun kontrol edilmesini ve baskılanmasını sağlayan norm yapıcılar. Yani geleneksel ahlak, ataerkil aktarımlar, din, otoriter anayasalar, resmi/özel kurumların ve bazı “sivil toplum” kuruluşlarının yönetmelikleri, bilimi sistemin yeniden üretimi için “üreten” ve dolaşıma sokan akademiler, kürsüler, akademisyenler vb. 3) Sonuncu ve en önemli engel: Tarihsel ve gündelik faşizm.

AKP iktidarı, yukarıdaki üç engelin üretimini ve tahkimini bizzat organize ettiği, dolayısıyla engellerin toplamına karşılık geldiği için “ayrıcalıklı” bir ‘parti-devlet’ gücüdür. Foucault yaşasaydı haklarında ihtimal söz söylerdi, hele ki Gezi Hadisesi’nden sonra kesin söylerdi. Gezi, iktidar ve iktidar sosyolojisi tarafından bastırılmak istenen ‘arzuların’ kendiliğinden açığa çıktığı, iktidarla açık bir çatışmaya girildiği ve muhalif gruplar arasında bütünleşmeci ilişkilerin kurulduğu bir politik evrim anıydı. Üç yıllık bir durgunluğun ardından Hayır propagandasında yeniden yüzünü göstermesi iyimserliğe kapılmamıza yetti. Başımıza neler geldiğini iyi biliyoruz. Nasıl devam etmemiz gerektiğiyle ilgili doğru soruları sorabilirsek, politik dönüşüm ve (hatta) devrim için umut etmeyi de sürdürebiliriz.

Eski ya da yeni, büyük ya da küçük fark etmez; gerçek politik oluşumlar ilkesel omurları sayesinde dik dururlar. AKP, ilkesel omurlardan yoksun olduğu için ağırlıklı olarak pragmatik manevralarla ayakta durmaya çalışan bir iktidar tipidir. İlaveten, özellikle yönetici kadroları tabanın ‘koşulsuz biatına’ güvenerek söylemde ve eylemde çatışma zeminini sıcak tutmanın gayreti içindedirler. Ülkeyi faşizmin karanlık sularına çekmekte beis görmeyen, tabiri caizse bir baş, bir kol ve bir bacaktan oluşan yarım gövdelerini başkanlık sistemiyle güvence altına almak isteyen bir yapıdır karşımızdaki. Fiske atılacak, tutup derdest edilecek bir kütleselliği olmadığı gibi, ilkesizliği ve esnekliği kendi içinde kırılgan çatlakların oluşmasına da pek izin vermiyor. Lakin akıl tutulmasıyla bir anılan ‘iktidar sarhoşluğu’ içten içe öldürücü bir döngüyü de beraberinde getirir: sürekli yanlış yapmak, yanlış yaptıkça zayıflamak, zayıfladıkça yanlış yapmaya devam etmek. Birikmiş yanlışlarının bedelini ödemekten korktukları için ‘doğrudan diktatörlüğe’ sarılmaktan başka seçenekleri kalmamıştır. Durum budur. Önemli olan muhalefetin ne yaptığıdır.

Değerli akademisyen ve siyaset bilimci Gamze Yücesan Özdemir, iki hafta önce BirGün Pazar’da yayımlanan "2019 diyenlere inat Hayır’ı ve hayatı örgütlüyoruz’"adlı makalesinde ‘gündelik hayatın siyasallaştırılmasına’ vurgu yapmış, bunun pratik karşılığınınsa, ‘işyerinde ve mahallesinde solla karşılaşmamış emekçileri farklı bir siyasal kültürle ve yaşamla buluşturulmak’ olduğunu belirtmişti. Tespitine katılmamak mümkün değil. Yazımızın temasıyla da örtüşen mütevazı bir katkı sunmayı deneyelim:

Politik çatışma, fabrikaları, varoşları ve meydanları (kısmen) terk ederek (aslında) geniş bir yaşam sathına yayılmıştır. Buna karşın her türlü yabancılaşma da zirve yapmıştır. Hal böyleyken, ‘sol potansiyelin’ görünür hale gelmesi, Gezi’nin ve Hayır’ın -sıcaklığını hala koruyan- kolektif arzularının günlük yaşama karışmasıyla mümkündür. “Teorik” yanı ağır bassa da şu tespiti akılda tutmakta yarar var: Muhalif gruplar arasındaki farklardan kaynaklanan diyalektik ilişkiler giderek farkların silikleşmesine ve nihayet kimliksizliğe neden olurken, kalıcı özgürlüğü ve eşitliği kuracak toplumsal/sınıfsal öznenin de oluşmasını sağlarlar. Atılacak ilk adımlardan biri, ‘temsili siyasetin’ zaten sorunlu olan yapısının sorgulanması ve mümkünse çözülmesidir. İktidarın kontrol alanına hapsolmuş; 2019 başkanlık seçimi için –şimdiden- kendi adayının arayışına girerek rejim değişikliğine fiilen onay vermiş bir ana muhalefetle bu işler zordur. ‘Öncü siyasetine’ gelince; ‘saflaşırken katılaşmış’ sol grupların sayıca azlığı ‘potansiyel özne’ olarak %49’u öne çıkarsa da odaklanılması gereken ‘kitle’ brüt haldeki %100’dür. Dolayısıyla, iktidarla sürdürülecek çatışmalı ilişkiye paralel yürütülmesi gereken diğer önemli faaliyet, bütün unsurların birleşmesine kafa yormak, brütü, hatırı sayılır bir nete dönüştürmektir.

Bir grup ‘aydın-entelektüelin’ 30 Mayıs’ta basına yansıyan ‘yan yanayız, bir aradayız’ çağrılarında, ‘farklılıklara rağmen ortak paydalarda buluşulabileceğine’ dikkat çekilmiş. ‘Temenni’ olduğu için ‘romantizmden’ öte gidemeyen bu tür girişimlerden ziyade, muhalif grupların yapısal birlikteliklerinin önünü açacak ‘kılcal bağlantıların’ ortaya çıkarılması sanki daha anlamlıdır. Bilemiyoruz, söz konusu girişimcilerin belki daha somut eylem planları da vardır.

Yazımızın girişinde iki değerli şairimizden alıntıladığımız cümleleri şimdi bir kez daha okuyunuz. Siyasal iktidarın kronikleşen korkusunun nedeni o cümlelerde gizlidir.