Muhalefetin sorumluluğu

Yerel seçimlerde iktidar bloku önemli bir güç kaybına uğradı. Muhalefet blokunun da özellikle büyük kentlerde ciddi bir başarı kazanmasıyla birlikte, ülkenin içine sürüklenmekte olduğu gerici ve karanlık atmosferin en azından kısmen dağılma yaşadığı bir süreçten geçiyoruz. Bu durum, hiç kuşkusuz küçümsenmemesi gereken bir kazanım. Ancak Türkiye’nin geleceğine ilişkin büyük tehlikenin ortadan kalktığını söylemek mümkün değil.

Bu sebeple başta yerel yönetimlerde sorumluluk üstlenen muhalefet partileri olmak üzere bütün emek güçleriyle devrimci ilerici halk kesimlerine çok büyük bir sorumluluk düştüğü unutulmamalı.

Muhalefet bloku için ortaya çıkan bu kazanımın uzun zamandır büyük bir dirençle sürdürülen, Siyasal İslamcı rejimin tüm kaynakları eş dost ve yandaşlarına dağıttığı yozlaşmış bir düzene yönelik tepkilerini de içeren toplumsal mücadelelerin bir sonucu olduğu aşikâr.

Şimdi ise kazanılan yerel yönetimleri eşe-dosta iş güç sağlama olanağı ve bir rant kaynağı olarak gören anlayışlara göz yumulması, her şeyden önce bu mücadeleyi yürüten ülkenin gençlerine, kadınlarına, direnen milyonlarına ihanetten başka bir şey olmayacaktır.

•••

Siyasal İslamcı rejimin bir çözülme sürecine doğru evrilmiş olmasının her şeyin sona erdiği anlamına gelmeyeceği açık. Muhalefet blokunun mevcut rejimi dönüştürücü bir politikanın geliştirilmesi doğrultusundaki sorunları ve yetersizlikleri ortada.
Bu süreçte toplumsal muhalefet güçlerine düşen sorumluluk, milyonların iradesine sahip çıkarak, gerçekten demokratik, halktan yana yerel yönetimlerin hayata geçirilmesinden öte, ülkenin aydınlık geleceğe yönelmesi için bir kurucu devrimci irade ve gücün ortaya çıkarılması için çalışmaktır.

Tarihi unutarak gelecek kurulabilir mi?

Son günlerde siyasette yeni bir moda başladı. ‘Toplumsal uzlaşma’ denilerek solun ve sağın sembol isimlerini ‘saygıyla anmak’ ve bunu kapsayıcı siyaset adına yapmak. Örneğin bir siyasetçi aynı anda Muhsin Yazıcıoğlu ve Deniz Gezmiş için “saygıyla anıyoruz” tweetleri atabiliyor. Benzer bir biçimde Türkiye’nin yakın tarihine “Kanlı Pazar” olarak geçen saldırının kışkırtıcısı Mehmet Şevket Eygi’nin cenazesine bir sol parti çelenk gönderebiliyor. Ozan Arif’le Pir Sultan Abdal’ı eşitleyen tuhaflıklar bile bugünün siyaseti olarak sunulabiliyor.

Derdimiz bir kan davası sürdürmek değil; ama “uzlaşma, kutuplaşmanın önlenmesi” vb. gerekçelerle yapılan, tarih bilincinden ve bilgisinden yoksun söz konusu tutumun bugünün siyasal doğrusu olarak sunulmasına itirazımız var.

Türkiye tarihsel olarak çok da uzak olmayan bir dönemde küçük çaplı bir ‘iç savaş’ yaşadı. Bu, bir anlamda özgürlük ve demokrasi güçleriyle, ülkeyi açık bir diktatörlüğe dönüştürmek isteyenlerin savaşıydı. Maraş, Çorum, Sivas vb. katliamlar bu dönemde yaşandı; ülkenin çok değerli aydınları bu savaşta teker teker kalleşçe sokak ortalarında öldürüldü. Gencecik insanlar bombalarla, boğma telleriyle, kurşunlarla katledildi. Bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi davranarak herkesi kucaklamak adına halka karşı işlenen suçları meşrulaştırmak sol bir politika olarak sunulamaz. Tarihi unutarak kurulacak güzel bir gelecek yoktur. Tarih bilincini yitiren bir “solculuğun” varacağı yer ancak ve ancak düzene payanda olmaktır.