​On altı yılın sonunda iktidar partisinin çok sayıda badireyi atlattıktan sonra hala iktidarda kalabilmesi ve muhalefetin hala daha herhangi bir alternatif üretmeyi becerememiş olması şüphesiz ki toplumun muhalif kesimlerinde çok ciddi bir umutsuzluk ve yılgınlık dalgası yarattı.

Bu umutsuzluk ve yılgınlığın yarattığı sonuçlardan biri ise “muhalif ama nihilist” diye adlandırabileceğimiz bir ruh halinin geniş kitleleri esir alması oldu. İktidarın toplumsal mühendislik projesine hiçbir zaman destek vermeyen, iktidar tarafından hiçbir zaman kapsanamayacak olan ama artık hiçbir şeyin değişmeyeceğine, bunların sonsuza kadar iktidarda kalacağına inanan milyonlar var ülkede.

Bu “muhalif ama nihilist” ruh hali, iktidar partisinin tabanının ne olursa olsun partisinden kopmayacağına, her durumda ona oy vereceğine dair değişmez bir kanaate sahip olmaktan tutun da, iktidar partisinin ve “Reis”in yaptığı her şeyin, attığı her adımın mutlaka büyük bir planın parçası olduğuna, ortada hep danışıklı bir dövüş, bir tezgâh bulunduğuna inanmaya meyilli. Bu ise iktidar partisine ve liderine mutlak bir güç, insanüstü bir akıl, yenilmezlik, alt edilmezlik atfetmek anlamına geliyor doğal olarak.

Buna hemen somut bir örnek verelim: Mckinsey’le yapılan anlaşmanın iptalinin aslında en başından beri tezgâhlanmış bir oyun olduğuna, bunun ince ince planlandığına, “Reis”in son anda devreye girip anlaşmayı iptal ederek bir kez daha tabanın gönlünü fethettiğine, tüm bu yaşananların sırf bunun için sahneye konulduğuna inanan bir toplam var.

Peki sahiden öyle mi? Yaşadığımız her şey iktidarın her seferinde başarılı bir şekilde topluma yutturmayı başardığı bir mizansenden, bir oyundan mı ibaret? Bu sorunun yanıtının açık bir şekilde “hayır” olduğunu söyleyelim ve Mckinsey örneği üzerinden ne dediğimizi ayrıntılandırmaya çalışalım.

Mckinsey’le yapılan anlaşma ve sonrasındaki iptal, ekonomik kriz derinleştikçe bunun bir yönetememe haline dönüşmesinin ilk örneklerinden biri sadece. O kadar yerlilik, millilik edebiyatı yaptıktan sonra gidip ABD’li bir şirketle anlaşmaya mecbur kalmak bunun bir yansımasıydı; o anlaşmayı damadın ve havuz medyasının çılgınca savunmasının ardından “Reis”in “anlaşma falan yok biz bize yeteriz” demeye mecbur kalması da başka bir yansıması.

Aynı şekilde, TBMM’de “bundan sonra yolumuza AB ile devam edeceğiz” dedikten sadece üç gün sonra “AB bizi yıllardır oyalıyor, gerekirse referanduma gider süreci bitiririz” demek ya da enflasyon rakamları sonrası TÜİK başkan yardımcısını görevden almak gibi kısacık bir zaman dilimine sığan açıklama ve icraatlar da sözünü ettiğimiz durumun örnekleri olarak kabul edilmeli.

“IMF olmadığı için McKinsey’e gittiler” demiştik, oysa gördük ki Mckinsey’le de olmuyormuş, meğer biz bize yetermişiz. “ABD’yle yaşanan gerilim ve kaynak arayışı AB’ye yanaşmalarını gerektiriyor” diye düşünüyorduk, meğer AB bizi kandırıyormuş ve üyeliği referanduma götürebilirmişiz. Hatta ve hatta enflasyon rakamlarının yüksek çıkmasını meğer bir bürokratı görevden alarak engelleyebilirmişiz. Hadi bir ekleme daha yapalım, üretim girdilerinin fiyatları ışık hızıyla artarken, meğer iş dünyasına “fiyatları yüzde on aşağı çekin” diye seslenerek enflasyonu aşağı çekebilirmişiz.

Tüm bunlar, pragmatizmle, esneklikle, hızlı karar almayla açıklanacak şeyler değildir, bunların hepsi kriz karşısında ne yapacağını bilemememin, yalpalamanın, paradigmanın sarsılmasının işaretleridir.

Enflasyondaki artış Merkez Bankası’nın faiz artırımını aldı götürdü, yeniden faiz artırsalar piyasa tamamen donacak, inşaat sektörü çökecek. Faizleri artırmasalar uluslararası sermaye gelmeyecek, kur artacak, ithalat girdilerinin fiyatlarının artışı beraberinde yeni zamları getirecek, bu da enflasyonu artıracak. Doğalgaza, elektriğe, benzine sürekli zam gelirken şirketlere ya da esnafa “zam yapmayın” demek nereye kadar işe yarayabilir? Bürokratlar bu kadar keyfi bir şekilde görevden alınırken uluslararası sermaye buraya neye güvenerek gelebilir? 450 milyar civarında bir dış borç ve bunun geri ödemesi var, gereken kaynağın bulunma ihtimali sıfıra yakın, bu borçları kamunun sırtına yüklediğinizde bütçenin ne hale geleceği açık. Bankalar uluslararası piyasalardan bu kadar yüksek faizle borçlanıyorken esnafa ucuz kredi vermeye ne kadar devam edebilirler, devlet buna ne kadar garanti verebilir?

Velhasıl ortada giderek derinleşen ve normal mekanizmalarla çözülme ihtimali sıfıra yakın olan bir iktisadi kriz bulunmaktadır. Bu nedenle de karşımızda her adımı bir tezgâh olan, her seferinde yeni oyun kuran bir iktidar değil, bilakis bir çaresizlik ve ne yapacağını bilememe hali vardır. Dahası, bunun krizin derinleşmesine paralel olarak bir yönetememe ve rıza üretememe krizine dönüşme potansiyeli mevcuttur.

Dolayısıyla, bu potansiyeli gören, buna müdahale etmeyi amaçlayan bir muhalefet kendisini alternatif olarak ortaya koyacağı gibi, kitleleri içinde bulundukları nihilizmden çıkarma gücüne de sahip olacak, halkla birlikte halkçı bir siyaset imkânı doğacaktır.