Allah kimseyi sosyal medyanın diline düşürmesin; orada insanı taşlı sopalı linçten beter ediyorlar. İşte, Oğuz Haksever. Aradan çok fazla da zaman geçmeden, yine Erdoğan’la birlikte bir başka canlı yayın kazasına karışınca, sosyal medya kazanında kaynatılmaya başlandı. İlk kazanın ardından da yazmış; Erdoğan “Yaslı ada” derken “Neresi yaslı ada be! Canına okumuşsun…” dediğinin duyulmasıyla kim bilir […]

Allah kimseyi sosyal medyanın diline düşürmesin; orada insanı taşlı sopalı linçten beter ediyorlar.

İşte, Oğuz Haksever. Aradan çok fazla da zaman geçmeden, yine Erdoğan’la birlikte bir başka canlı yayın kazasına karışınca, sosyal medya kazanında kaynatılmaya başlandı.

İlk kazanın ardından da yazmış; ErdoğanYaslı ada” derken “Neresi yaslı ada be! Canına okumuşsun…” dediğinin duyulmasıyla kim bilir nasıl ecel terleri dökmüştür diye geçirmiştim aklımdan.

2 Ağustos 1990’da Saddam Kuveyt’e girince, çalıştığım uluslararası ajans da, “bulduğun ilk uçakla yola çık” diye, ABD uçaklarının her an vurması beklenen Bağdat’a göndermişti beni. İlk uçağı Amman’a bulup, oradan da dünyanın her yerinden gazetecilerin aktığı Bağdat’a geçmiştim.

O. Haksever’i ilk o zaman görmüştüm. Ya Amman’da ya Bağdat’da… TRT ekibindeydi ve şimdi aramızda olmayan Ali Haydar Yurtseven ve Savaş Ay gibi bir grup gazeteciyle biz Bağdat’a yeni giderken, o daha önce gelmiş ve dönüyordu.

İyi televizyoncu olduğu kuşku götürmez. Kariyeri boyunca sahada da iyi işler yaptı, masada da…

Hiç hukukumuz olmadı ama meslektaş olarak uzaktan izlerken bir “insan duyarlılığı”na sahip olduğunu düşünmüşümdür hep. “Ve İnsan” programını o duyarlılığın dışa vurumu sayardım; 2003 yılında da Çağdaş Gazeteciler Derneği Yılın Gazetecileri Ödülü’nü, o programla ona verdik.

Her hali var insanın; son yıllarını da bir “insan hali” sayıyorum. Yaptığı programlar, o programlarda onca iktidar temsilcisini “ağırlaması”, onlara “soru” sorması da böyle bir “insan hali” işte!

İnsanın kazaları da oluyor, kaçınılmaz olarak!

Geçen gün, Erdoğan Pekin’de Çin Devlet Başkanı ile kırmızı halıda yürürken yaptığı el hareketiyle kameralara yakalanması, ilk kazayla kıyaslandığında hiçbir şey aslında. El hareketinin Erdoğan’la bir ilgisi yoktur ve bir sunucu olarak sürekli diyalog içinde olduğu rejiye kim bilir ne demek istemiştir.

Gelin görün ki, sosyal medya kazanı kaynamaya; kimileri kafa bulurken kimi troller de hedef tahtasına oturtup yaylım ateşine başladılar.

Normal bir ülkede, olağan koşullarda söz konusu bile edilmeyecek, en fazla gülünüp geçilecek bir olayın bu denli konuşulur olmasının Haksever’den öte hepimizi ilgilendiren bir boyutu var.

Az biraz medyanın ekonomi-politiğinden anlıyor ve Türkiye’deki sahiplik yapısını biliyorsam, bu denli basit bir olayın NTV patronajında bile yürekleri ağıza getirdiğini söyleyebilirim. Bu memleket, yine son derece normal bir haber nedeniyle, telefonda Erdoğan’dan fırça yiyip ağlayan medya patronları görmedi mi?

Şimdi, “bu iki oldu” denilerek Haksever’e “izin” verilirse, asıl sorgulanması gereken o değil, memleketin medya iklimi ve medyanın sahiplik yapısıdır.

Medya iklimi, sahiplik yapısı derken, Hürriyet’teki işine son verildikten sonra (böyle söyleyince atıldı demekten daha yumuşak oluyor) kendi sitesi www.farukbildirici.com ’da medya ombudsmanlığı yapmaya başlayan Faruk Bildirici’nin geçen günkü yazısına dikkat çekmek isterim.

Türkiye gazetesinin birinci sayfasında yayınlanan “Patronlara büyük kolaylık / İşe almak da işte atmak da kolaylaştı” başlıklı haberi görünce çok şaşırmış Faruk

Nasıl olur da böyle başlık atılır?” diyor ve başlığı “her koşulda toplumun yararını gözetmesi, güçsüzlerin, kimsesizlerin sesi olması gereken” gazetecilikte “Patronlara müjde haberciliğinin zirvesi…” olarak niteliyor.

Ne yazık ki, gazetecilikte “olması gereken” ile “olan” arasında epeydir derin bir uçurum var. “Müjde, işten atmak kolaylaştı” haberleri yaza yaza, en küçük bir canlı yayın kazasının kendi işten atılma nedenimiz olabileceği günlere geldik!