Matkabın bir araç olmadığını, iktidarın ta kendisi olduğunu anladık, dev bir matkap vardı kaşımızda; zıvanadan çıkmış bir matkap. Bastığımız tüm zeminleri delik deşik etmek için çıldırmış gibi çalışıyor

Matkap işliyordu zaten. Usul usul delikler açtı toplumun yüzeyinde; bir yara gibi içine düştüğümüzde bizi acılarımızla baş başa bırakacak kederli delikler. Giderek yaralar ve delikler sıklaşmaya ve derinleşmeye başlayınca tutunacağımız yüzeyin kalmadığını gördük. Hepimiz açılan derin tuzaklara düşüyoruz şimdi; her delik, yeryüzünde ince ince ördüğümüz toplumsal ağları biraz daha parçalıyor ve sonunda yalnızlığın çamurlu çukurlarında debelenirken buluyoruz kendimizi. Yüzeyde sörf yapalım derken, şimdi derin çukurlarda boğulacak gibi oluyoruz.

Tadilat hiç bitmedi

Bir işler karıştırıyordu. Kuşkulandı kimimiz. “What’s he building in there? What the hell is he building in there?” diye sorduk Tom Waits ile birlikte: “Neler inşa ediyor? Ne haltlar karıştırıyor?” Elindeki matkapla küçük tadilatlara giriştiğini düşündük önce. Fakat tadilatları hiç bitmedi; gece ve gündüz, kulakları tırmalayan matkabın sesini işitiyorduk. Sonra matkabın bir araç olmadığını, iktidarın ta kendisi olduğunu anladık, dev bir matkap vardı kaşımızda; zıvanadan çıkmış bir matkap. Bastığımız tüm zeminleri delik deşik etmek için çıldırmış gibi çalışıyor. Her delik, yüzeyde kendi aramızda kurduğumuz bağları koparmakla kalmadı sadece, kopan bağlarla birlikte kendimizi çukurların dibinde bulduk. Şimdi çukurlarımızdaki dev ekranlarda akan görüntülerden izliyoruz dışarıda, “ora”da olup bitenleri, delik deşik olmuş bedenleri ve kentleri. Yeryüzü, kentler, toplum ve bedenler; tutunacağımız yüzeyler. Nereye tutunmaya çalışsak derin çukurlar açılıyor; kime sarılsak boşluğa sarılmış gibi oluyoruz. Artık kendimize bile tutunamıyoruz; içimizde de derin, dipsiz uçurumlar var; içimize bakmaya korkuyoruz. Boş oyuklar olarak dolaşıyoruz kentin sokaklarında, kara delikler. Herkes birbirinin aynası; boş oyukların sonsuza doğru katlanarak çoğaldığı aynalar.

İhtişamlı matkaplar

Salisburyli John “Devlet bir bedendir” diye başlar Policraticus metnine. Değiştirelim: “Devlet bir matkaptır.” Yeryüzünde ve bedenlerde derin delikler açan bir matkap. Her şeyin arasına girer ve koparır bağlarını; onulmaz yaralar açar bünyelerde. Bizi yeryüzüne, birbirimize bağlayan bağların düşmanıdır. Bağlantı yüzeyini çökerttikçe farkına varmadan deliklere düşeriz ve içine düştüğümüz delikten yukarıya doğru baktığımızda, iplerimizi elinde tutan matkabı görürüz tüm ihtişamıyla. Biz, çukurdakiler, ipleri devletin elinde olanlar, sadece delik açmayı bilen küçük matkaplar. Amerikalı yazar Randolph Bourne söylemişti, “Savaş devletin sağlığıdır” ve ipleri devletin elinde olan küçük matkaplar arasında geçer. Roman Polanski’nin 1959 tarihli ‘Melekler Düşerken’ filminin kahramanı savaş alanında sığındığı yıkık bir evde, kendisi gibi savaşın ölümcül ortamından kaçmış bir düşman askeriyle karşılaşır. Önce tüfeğini doğrultur düşmanına; sonra silahsız ve zararsız olduğunu anlayınca tüfeğini indirir. Düşmanı dostluk kurmak istemektedir; elini paltosundan içeri sokar yavaşça. Kuşkulanır ve tüfeğini ateşler bizimkisi. Bir matkaba dönüşmüştür: Düşmanının paltosunda ve bedeninde kurşun deliği. Ölü düşmanının paltosunun içindeki elini dışarı çıkardığında, sıkılı yumruğunda iki dal sigara görür; mermi hedefini ıskalamamıştır; ama sigaralarını tüttürürken kendilerine biçilen rolün, matkap olmanın dışına çıkıp bağlantılar kurma, kendi mekânlarını yaratma fırsatını ıskalamışlardır. Yine devlet araya girmiş ve derin delikler açmıştır bedenlerde.

Devletin kör noktasındayız şimdi, terör alanında ya da matkabın darbeli modunda. “Modern egemenlikler, içlerinde her zaman bir kör nokta, iktidarın … bir terör alanı olduğu bir bölge barındırırlar” (Susan Buck-Morss, Rüya Âlemi ve Felaket, Metis). Egemenliğini darbeli moda çeviren iktidar bu ehlileştirilmesi imkânsız vahşi bölgeyi, terör alanını açtığı deliklerle çoğaltıyor şimdi. Herkesin matkaba dönüştüğü vahşi bölgeyiz.