Her düşünür kendi yaşadığı dönemin izlerini taşır. İbn Haldun bu kurala istisna oluşturmaz.

Her düşünür kendi yaşadığı dönemin izlerini taşır. İbn Haldun bu kurala istisna oluşturmaz. İslam Uygarlığı’nın çöküntü ve altüst oluşlarla karşı karşıya olduğu XIV. yüzyılda yaşamış bir büyük düşünür olarak İbn Haldun, toplumsal değişim yasalarını incelerken, devletlerin ve medeniyetlerin kuruluş ve çöküşüne yoğunlaşmış, çöküntüye neden olan etmenleri anlamaya özel bir önem atfetmiştir.

İbn Haldun devletlerin belli bir dönence içinde yaşam sürelerinin olduğunu öne sürer. Bu süre içinde bulunulan özgün koşullar ve yöneticilerin becerilerine göre değişse bile, devletler ve toplumların da diğer canlılar gibi bir ömürlerinin bulunduğu görüşündedir. Devletlerin beş aşamadan oluşan yaşam süresini burada ayrıntılı olarak incelemeyeceğiz. Ancak kısaca ifade etmek gerekirse, bu dönemler sırasıyla kuruluş, güçlenme, rahatlık/sükûnet, kanaat/barış ve son olarak da israf/saçılma dönemleridir. Lüks ve tüketimin öne çıktığı son dönem aynı zamanda devletin çöküşünün de yaşandığı dönemdir.

Günümüze uygunluğu açısından, Mukaddime’nin seçici bir okumasıyla, beşinci evreye, yani çöküş sürecine ilişkin tespitleri üzerinde durmaya değer. Yapıt devletlerin yıkılışını çözümlerken, bir dizi nedene işaret etmektedir. Bu nedenleri toplumsal (asabiyenin zayıflaması), ekonomik (lüks ve tüketim, haksız vergilendirme) ve siyasal (otoriterlik ve keyfi yönetim) olmak üzere, üç ana başlık altında inceleyebiliriz.

İbn Haldun asabiyyeti bir toplumun birlikte yaşama, üretme ve hareket etme eylemleri çerçevesinde oluşan dinamik bir birlik duygusu ve davranışı olarak tanımlar ve devletlerin yıkılışının en önemli nedenlerinden biri olarak söz konusu toplumun sahip olduğu asabiyyetin zayıflamasını gösterir.  Bu eylemlerdeki değişime bağlı olarak, asabiyyet zaman içinde güçlenip, zayıflayabilir.

Toplumsal yaşam ve kültür üzerindeki vurgusuna karşın, İbn Haldun bir kültürel belirlenimci değildir. Kültürü toplumsal yaşam içinde üretilen bir unsur olarak önemser. O nedenle asabiyyet toplumu oluşturanların eylemleri aracılığıyla üretilip, dönüştürülür. Benzer biçimde yeniden üretilememesi de toplumsal pratiklerle yakından ilişkilidir.

İbn Haldun’un yaklaşımında, söz konusu maddi pratikler her şeyden önce toplumun ekonomik ilişkilerine işaret eder. Devletlerin çözülmesinde ikinci önemli sorun alanı toplumların ekonomik yapılarında ortaya çıkan bozulmalardır. Bunların başında lükse düşme, tüketim hastalığı ve bunun yanı başında üretilen sefalet gelmektedir. İbn Haldun’a göre, devletin çözülüşüne işaret eden “beşinci aşama, saçıp savurma aşamasıdır. Devletin egemeni, bu aşamada, kendisinden öncekilerin toplayıp biriktirdiklerini, şehvetler, zevkler ve dostlarına, toplantılarında bulunanlara gösterdiği cömertlikler uğruna tüketici durumundadır.” Bu çerçevede, devleti yönetenler “nimetlere, mutluluklara alabildiğine gömüldükleri, göz kamaştırıcı yaşamda kendilerinden geçtikleri için…‘devletin çocukları’ oluverirler”.

Bu savurgan ve kayırmacı anlayış çerçevesinde ekonomik dengeler alt üst olduğundaysa, devleti yönetenler hiç şaşırtıcı olmayan bir biçimde, toplumun üreten kesimlerine yönelik vergileri ağrılaştırmaya yönelirler; bu tür bir yaklaşımın yol açtığı olumsuzluk ve yıkımı İbn Haldun şöyle özetler; “İçine düştükleri mutluluk, zengince yaşam nedeniyle, alışkanlıkları ve gereksinimleri pek çok artar, buna koşut olarak devletin başındakiler, halka, tarım emekçilerine, çiftçilere ve tüm ağır yük altında olanlara, yeni yükümlülükler getirerek, vergi yükümlülüklerini alabildiğince artırma yoluna giderler, …devlette vergiler çeşitlenir ve vergi oranları giderek basamak basamak artar, çünkü bu sırada, gittikçe artan gösterişli yaşam, kabaran gereksinimler ve buna bağlı harcamalar alanındaki alışkanlıklarda artarak çeşitlenir ve sonunda halkın sırtına çok ağır vergi yükleri biner”.

İbn Haldun bu tutumun sonunda toplumu üretimden caydıran bir nitelik kazandığına işaret eder; “çünkü, vergi yüzünden pek az yararın görüyor diye, halk artık üretime istekli değildir…, ürünüyle , vergi yükünü ve emeğiyle, emeğinin meyvesini ve yararını karşılaştıran halk, tüm isteğini yitirmiştir…”

İbn Haldun “kazanç ve istihsallerinin, çalışmalarının azalmasının tesiri ile asabiyyetlerini kaybettikten sonra” tanımlamasıyla, bu sürecin toplumu bir arada tutan bağları daha da zayıflatıp, çöküntüyü kaçınılmaz hale getirdiğini vurgulamaktadır. Öte yandan, İbn Haldun’un toplumun bir arada yaşama istekliliği ve duygusu üzerine yaptığı vurgu, onun toplumsal alandaki sınıfsal ayrışma ve eşitsizlikleri görmezden geldiği anlamına gelmez. Tam tersine bu çözülme sürecinde “yoksullar mahvolur, zenginler lezzet ve nimetlere dalarlar” betimlemesiyle, söz konusu sürecin sınıfsal bir nitelik taşıdığına işaret eder.

İbn Haldun’un ekonomik alana yönelik yaptığı değerlendirmelerin dikkate değer bir bölümü bu alanda vergilendirme ve soysal adalet boyutlarıyla devletin rolünü önemli vurgular yapmakla birlikte, siyasal/yönetsel süreçlerin çözülme sürecine yaptığı etkileri yönetimin keyfileşip, otoriterleşmesine dikkat çekerek ayrıca vurgular.

Keyfilik ve otoriterliği incelemeye yönelik olarak İbn Haldun, yönetimleri mülk tabii ve mülk siyasi olarak ikiye ayırır. Mülk siyasi akıl kanunlara dayalı bir yönetim anlayışına işaret ederken, mülk tabii anlayış otokrat bir hükümdarın keyfiliğini doğurur. Mülk tabii’nin hakim hale gelmesi çözülmeyi hızlandırır. Bu yönetim anlayışını özetlerken İbn Haldun, “kuvvet ile devletin başına geçen hükümdar çoğu zaman halktan yüz çevirerek, yönetiminde bulunan halkın mahvolmasına sebep oluyor, çünkü hükümet başında bulunarak, kendi maksat ve şehvetleri uğrunda halkı kuvvet ve takatleri dışında işlere zorlar” tespitini yapar. Ardından tüm toplumun kabul edeceği bir düzen öngören mülk siyasi akla değindikten sonra, “devlet bu gibi bir siyaset takip etmediği takdirde, o devlette düzenlik husule gelmez, hâkimiyeti yerleşmez ve o devlet yıkılır” tespitini yapar.

Birlikte yaşama duygu ve etkinliğinin bu derece aşındığı, toplumun sınırlı bir kesiminin lüks ve tüketim çılgınlığına, geniş kesimlerinin sefalete sürüklendiği, bütçe açıklarının geniş halk kesimlerinin üzerindeki vergi yükünün ağırlaştırılması ve borçlanmayla çözüldüğü ve yöntemin giderek keyfileşip, otoriterleştiği bir ortamda, Mukaddime güncel bir eser olarak okunmayı bekliyor!