‘Temize Havale’de dengesini yitirmemeyi bütün roman boyunca başaran Juli Zeh, içeriksiz biçimlere dönüştürülmüş değerlere bağnazca sadakatle bağlanmanın nasıl trajik sonuçlara yok açabileceğini gösteriyor

Mükemmelin zorbalığı

UTKU ÖZMAKAS

Tereddütlerimiz, duraksamalarımız, anlık ertelemelerimiz pek farkında olmasak da, gündelik kavrama kapasitemizin kapsama alanı dışında kalanlar için önceden ayrılmış güvenlik bölgeleridir. Bunların yarattığı boşluklar, reflekslerimizden istemsizce fırlayan yanıtların aksine olup biten üzerine biraz düşünme fırsatı verir. Hiç olmazsa bilinçaltımızda düşünme fırsatı talep ettiğimizi gösterir. Oysaki “hız çağı”nın en nefret ettiği şey, tereddüt, şaşırma, ne yapacağını bilememe çatısı altında toplanabilecek bu davranışlardır.

Georg Simmel bir yazısında Batılı insanın şaşırma refleksini günden güne yitirdiğinden söz ediyordu. Bu refleks kaybının bir tür zihinsel güvenlik mekanizması olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Şaşırma çıtasının her geçen gün biraz daha yukarı çekilmesi, aslında bir tür hayatta kalma stratejisidir. Hüsrana uğramama çabamızın bir yansımasıdır; çünkü hüsrana uğramak, mükemmellik yanılsamamızı mükemmelen delen ve bizi gerçeğe davet eden bir çağrıdır.

Bu hüsrana uğramama çabasına gündelik hijyen de diyebiliriz. Elbette hijyen takıntısı, ellerini yıkaya yıkaya paramparça etmek gibi bireysel bir şeyden banka kuyruğunda arkamıza fazlaca yaklaşan birine yönelen bir öfke patlaması gibi toplumsal anlam ve sonuçlar taşıyan bir davranışa kadar uzanabilir. Üstelik ne olursa olsun bu yaptığımızda haklıyızdır. Ne de olsa, kendi vücut sıvılarıyla sakınımsız bir ilişki kurmamayı öğretmeye programlanmış bir kültürde bu kadar hijyen “kadı kızı”nda da olur!

İşte, Juli Zeh, Sevinç Altınçekiç’in başarılı çevirisiyle dilimize kazandırılan Temize Havale romanında Batılı toplumların hijyen takıntısını müthiş bir ustalıkla hicvediyor. Batı’nın bazı değerlerinin izinin en uç noktasına kadar sürülmesi halinde ortaya çıkacak durumun distopik bir tasvirini sunan roman, bir yandan Aydınlanma düşüncesinin eleştirisine soyunurken, öte yandan bu eleştiriyi yapmanın sorumluluğunu pervasız bir postmodern tavra terk etmeyerek bir cambaz becerisiyle yürüyor ipin üstünde. Dengesini yitirmemeyi bütün roman boyunca başaran Zeh, içeriksiz biçimlere dönüştürülmüş değerlere bağnazca bir sadakatle bağlanmanın nasıl trajik sonuçlara yok açabileceğini gösteriyor.

“Ağır Ceza Mahkemesi”nde açılan roman, Mia Holl’ün etrafında dönen bir soruşturma sürecine davet ediyor okurunu. Vücut sıvılarından yola çıkarak sistemin bir “seks cinayeti”yle suçladığı ve bu nedenle intihar eden ağabeyini temize çıkarmaya çalışan Mia Holl, tıpkı Sokrates’in Savunması’ndaki gibi savunma kisvesi altında sisteme saldırıyor. Böylelikle biyolojik özelliklerine dayanarak insanlar arasında “ideal” ilişkiler yaratmayı, dolayısıyla da “ideal toplum”a varmayı düşleyen YÖNTEM’in insanların bireysel tercihlerini nasıl bir çırpıda kenara atabildiğini gösteriyor. Zeh, bireyin istekleri ile toplumun gereksinimleri çatıştığında yaşanan gerilimi klişelerin dışına çıkarak anlatıyor.

Ağabeyi Moritz’in vefatıyla dünyası devasa bir boşluğa dönüşmüş olan Mia, bir yandan “ideal sevgili”yle öte yandan “Av. Dr. Lutz Gülyanak”la girdiği diyaloglarda “normal”in ne olduğunu ve bunu kimin belirlediğini sorguluyor. “İki kişilik bir özgürlük”ten başka bir şey istemeyen ve “Özgür insanın arızalı bir lambadan farkı yoktur” diyen Moritz’in intiharıyla bu sorgulama yeni bir boyuta taşınıyor ve Mia Holl, “Yöntemdüşmanı entrikalarla yöntemdışı bir birliğin liderliğini yapmak” gerekçesiyle tutuklanıyor. Devletin “düşman icat etme” kapasitesini ustalıkla gösteren bu bölümler, bize hem epey tanıdık bir hikâyeyi hem de gafletin sunağında kurban edilmeyi bekleyen bir kadının cesaretini anlatıyor. Sistemin, olup bitenler üstüne durup düşünme fırsatını geri isteyen, “normal”le sorunu olan, hüsrana uğramaktan korkmayan ve hüsranla arzu arasında doğal bir ilişki olduğunu düşünen “arızalı lamba”ları ehlileştirmek için biyoloji ile politikanın kesiştiği kavşakta nasıl işlediğini gösteriyor.

Temize Havale, görünürde bütün bireylerin “sağlıklı” olmasından başka amacı olmayan, “bir organizmanın sinir sistemi gibi hassas, ince bir ayarla” çalışan bir sistemin toplumsal hijyen arzusu uğruna bireysel hak ve özgürlükleri nasıl ilga ettiğine odaklanıyor. İdeolojilerin ortadan kalktığı, toplumsal sözleşmenin biyolojik bir uzlaşı etrafında kurulduğu bir dünyayı tasvir eden roman, sistemin bekası uğruna normalliğin, uyumun, hijyen takıntısının nasıl asli bir değere dönüştürüldüğünün güçlü bir eleştirisini yapıyor. Organizmacı siyaset anlayışının sinir uçlarından yola çıkıp bunların sınır uçlarına kadar zorlanması halinde vuku bulan mükemmelin zorbalığını gözler önüne seriyor.