Erendiz Atasü’nün yeni romanı ‘Bir Düğün Gecesi’ Can Yayınları’ndan çıktı. Atasü, “Bir kadına karşı ağır suç işleyen erkeğin, yürüyüp gidebilmesi ülkedeki çok boyutlu çürümenin en iyi yansıtılabileceği mercek” diyor

‘Muktedir erkek’ çarpıklık sonucu

Nilgün ÇELİK

Edebiyatta 40. yılını dolduran Erendiz Atasü yeni kitabında, eril tahakkümün boyunduruğundaki bir toplumda meydana gelen ve büyük bir travma etrafında dönen olayları, değişen, parçalanan hayatları, hesaplaşmaları ve her şeye rağmen yeni başlangıçlar yapma cesareti bulanları anlatıyor.

Gerçek bir vakadan yola çıkarak kadın sorunsalını kurguladınız ve çok katmanlı bir roman yarattınız. Vakayı duyduğunuzda ne hissettiniz? O hislerden uzaklaşarak kurgu yaratabilmek sizi yordu mu?
Günümüzde kadınların cinsel istismarı, kadın cinayetleriyle adeta yarışıyor. Duyduğum her vaka ile şahsım, kızım, kız torunum yaralanmış gibi kederleniyorum. Bir yanda acı içindeki kadın, öte tarafta resmi konumlardaki uygar zihinlerden yoksun kimi kişilerin aymazlığı sebebiyle elini kolunu sallayarak çıkıp giden adam! Öfkeleniyorum.

Kurgu, yazıları içlerinden taşan yazarlar için hem zordur hem kolay; içtekini dışsallaştırıp nesnel bir bakışla değerlendirmeyi dayattığı için. Güncel olaylar sıcağı sıcağına romanlaştırılamaz; olayların demlenmesi gerekir. Ancak, bu durum farklı; günümüzde ve ülkemizde ‘kadın’ ile ilgili suçlar o kadar eski, arkaik bir yaklaşım alanında cereyan ediyor ki… Her kadının dile getirse de getiremese de duyarlığı ve isyan duygusu var bu konuda.

‘Arkaik alan’ı açar mısınız?
Kadını bir alt-insan türü olarak görmek ve bu aşağılama için dinde destek aramak. Dinin özünden kopup şekle indirgendiği ve şeklin abartıldığı dönemlerde -şimdi bizde olduğu gibi- kadınların durumu süratle kötüleşir; çünkü tek tanrılı dinler birer sosyal kurum haline geçerken, içine doğdukları toplumların ataerkil ve köleci yaklaşımı üstüne oturtmuşlardır düzenlerini; kadın köledir, üst sınıf kadını dahi köledir.

Kahramanınız Cenk, kardeşinin intikamını yine bir kadın üzerinden alıyor. Bu çok dramatik bir gerçek. Bunun altını neden çizmek istediniz.
Çok yaralayıcı bir gerçeklik olduğu için ve söylediğimi somut olarak örneklediği için. Kadın birey olarak görülmüyor, erkeğe ait bir eşya gibi algılanıyor. Cenk kardeşini mahvedenle hesaplaşma olanağını bulamayınca, ona ait gördüğü kadına aynı acıyı çektirerek ödeştiğini düşünüyor; ama aradığı iç huzuruna kavuşamıyor ve bu durumdan gene cinsel olarak istismar ettiği biçare kadını sorumlu tutuyor ve şekilci dine sığınıyor. ‘Kadın’ın şeytanlaştırılması o kadar köklü bir psikoloji ki… irdelenmesi gerekli.

Kadınlar çıkmaza girdiklerinde en yakınındaki güçsüz kadınları suçlamaktan korkmuyor. Bu sadece eğitimle mi ilgili yoksa toplum olarak acımasız mı olduk?
Doğrudan eğitimsizlikten kaynaklandığını düşünmüyorum. Toplumsal acımasızlıkla, ‘gücü gücü yetene’ alışkanlığıyla ve güçsüzlük psikolojisiyle ilgili. ‘Muktedir erkek’ karşısında mücadele edebilecek iç gücü bulamamaktan dolayı muktedire yaranmaya çabalamak, olayın yarattığı öfkeyi ise gücünün yettiği hemcinsinden çıkartarak rahatlamak gibi çarpık duyguların sonucu.

Bugünkü düzene gönderme niteliğinde olan adalet ve hukuk sorununu vurgulamış olduğunuzu görüyorum. Bu konuda kurgudan bağımsız ne söylemek istersiniz?
Yurdumuzda o kadar çok ve çeşitli suçlar işleniyor ki, bütün hâkimler hukuku özümsemiş bireyler olsalardı bile, kalabalık dava dosyaları arasında, verdikleri tüm kararların hakça olabilmesini garanti edemezlerdi. Kaldı ki, imam hatip okulları mevcut durumda iken, hukuk mesleklerinin din adamı olarak yetiştirilmiş gençlere açılması büyük hata. Elbette tüm imam hatip mezunlarını ayni kefeye koyamayız. Aydın din adamı var ama birçok yobaz kafanın da mevcudiyeti yadsınamaz. 1980’lerde imam hatip kökenli bir hâkimin karar metninde geçen ‘Kadının sırtından sopayı, karnında sıpayı eksik etmeyeceksin’ diyen ürpertici ifade unutulmamalıydı.

muktedir-erkek-carpiklik-sonucu-935017-1.

Kahramanlarınızdan Oğuz Gerçeker, Türkiye’de gerçek hayattaki kişilerin iğrençliklerini Dostoyevski’nin bile yaratamadığını ve Gorki’nin de çöken toplumlarda pedofilinin arttığını söylediğini vurguluyor. Bu konu edebiyata yeterince yansıyor mu?
Pedofili bir insanlık suçu, hatta doğaya karşı işlenmiş bir suç. Küçük varlıklara şefkat duyma ve onları koruma özelliği güdü halinde tüm memeli canlılarda mevcut. Toplumsal adaletsizlik ile suç işlemedeki artış doğrudan bağlantılı. Kokuşma arttıkça suç ayyuka çıkıyor! Pedofili ve ensest artıyor. Dikkat edilecek nokta, özünden kopmuş dinsel uygulamaların zayıflamış vicdanlara, sığınak oluşturması. Şu anda Türkiye’de yaşanan olgu bu.
1980’de, ‘90’larda feministler aile içi şiddeti ve aile içi cinsel tacizi gündeme getirinceye kadar tartışılan konular değildi bunlar. Aklımıza hemen konuyla ilgili edebiyat yapıtı gelmiyorsa, konu az işlenmiş demektir. Sizin ‘Gelenler’ adlı kitabınız konuyu yansıtması bakımından önemli.

Kahramanınız, sığınma evlerini ‘Kederli Kadınlar İstasyonu’ diye tabir ediyor, demek ki yeterli değiller. Kadın nasıl kurtulacak sizce?
Şiddetin her türlüsüne uğramış kadınları daha çok hırpalanmaktan esirgeyen kurumlardır, sığınma evleri. İşlevlerinin ötesini bekleyemeyiz.
Kadınların kurtuluşunun kısa bir reçetesi yok maalesef. Toplumdaki ezme-ezilme ilişkilerinin, sonlanması, Devletin kadınların arkasında durması, toplumsal işleyişlere laik karakter kazandırılması, eril cinsel gücün ve öfkenin önüne geçilemeyen doğal afetler gibi değerlendirilmesinden vaz geçilip, insan yakışanın güdü ve öfke kontrolü olduğunun toplumca sindirilmesi gerek. Erkeklerin bu konularda eğitilmeleri gerek.

Bu romanın devamını yazmayı düşünüyor musunuz? Mesela Yıldız Hanım’la Yusuf dayı yıllardan sonra düğün töreninde karşılaşsalardı?
Hayır. Karşılaşsalardı, iki yaşlı için bir nostalji anı yaşanırdı, o kadar. Hayat bende hep ‘ol mahiler ki derya içreler, deryayı bilmezler’ izlenimini yaratmıştır. Burnumuzun dibindekini görmeyiz ya da göremeyiz bazen; ilişkilerde sevilen, önemsenen insan bile görünmeyebilir. Romandaki Oktay mesela; bilinçli ve gelişmiş bir kişilik olan Yusuf dayı bile Oktay’daki sağlıksızlık belirtilerini fark edemiyor.

Amacım, yaralı bir kadının hikâyesini dile getirirken, günümüz Türkiye’sinin bir fotoğrafını çekmekti. Bu fotoğraf doğal ki durduğum konumdan görünenleri yansıtacaktır. Öyleyse konumum nedir? Feminizm, üzerinde durduğum zemindir, bakışımı sınırlandıran ufuk değildir. Yakından tanıdığım insanlarsa, kentlilerdir. Şu anda kabaca iki grup kentli var, yerli köklü şehirliler ki şu anki ülke nüfusunun küçük bir bölümüdürler ve bir iki göbektir kentli olanlar, ya da kimi sosyal bilimcilerin isimlendirmesiyle ‘yeni orta sınıf’ ki belki de en kalabalık gruptur. Her iki grup da 1980’lerden beri olumlu olumsuz değişimler geçiriyor, bu değişimi yansıtmak istedim.

Bir kadına karşı ağır suç işleyen erkeğin, yürüyüp gidebilmesi ülkedeki çok boyutlu çürümenin en iyi yansıtılabileceği mercek; bunu edebiyatın zarafetini bozmadan yapabildiğimi sanıyorum.