Mülteci sorununun bugünü: Altındağ, emperyalizm ve toplum

YUSUF TUNA KOÇ

Kılıçdaroğlu’nun Twitter’da AB’ye hitaben mültecileri evlerine göndereceklerini söylemesi üzerinden başlayan gündem, iki haftada Türkiye’nin en önemli konusu haline geldi. Konu ana muhalefetin kurguladığı noktadan savrularak, çok daha geniş bir toplumsal tartışmaya açıldı. Kılıçdaroğlu’nun bu konuyu gündeme getirmede amacı, AB’ye mesaj vermekten ziyade, Erdoğan’ın tabanında da güçlü olan bir rahatsızlığı gündem ederek sıkıştırma stratejisiydi. Zaten ekonomik kriz sebebiyle günden güne eriyen iktidar tabanının, doğrudan AKP politikası olan en büyük rahatsızlıklarından biri mülteci konusu. AKP ise politika ya da söylem üretemediği bu alanda, uzun süre sessiz kalmasının ardından cevabını dün Altındağ’da verdi. Bu süreçte çeşitli medya organları aracılığıyla yayılan dezenformasyon ve artan gerilimi iyi tahlil eden Saray, konuyu alışılmış bir stratejiyle tartışılmaz bir hale getirdi. Altındağ’a giden tüm gazetecilerin de işaret ettiği üzere, dışarıdan gelen konvoylar, farklı plakalı araçlar ve polisin izin vermesiyle düzenlenen bu linç girişiminin, doğrudan devlet organizasyonu olduğuna şüphe yok. Bugün devletten bahsederken, iktidarın tuttuğu alanı soyutlamak da aptallık olacaktır. Erdoğan, siyaset üretemediği, sıkıştığı bir alanı, “derin” bir müdahaleyle, rakiplerinin de siyaset üretemeyeceği bir yere taşıyarak, güvenlik sorunu haline getirdi. Altındağ’da yaşananları, kendiliğinden bir pogrom, halkın “kötülüğü” gibi soyut, gerçekten kopuk bir yerden görmek ise konunun dokunulmazlığını ve tartışılamayacağını daha çok artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

LİBERAL SOYUTLAMA

Yaşananların sadece sonucuna odaklanan “İyi, kötü” “canavar, hümanist” gibi nitelemeler, AKP’nin küskün dostları liberaller için de bulunmaz bir fırsat oluşturuyor. Öyle ki Altındağ’da yaşanan linç girişiminin hemen ertesinde İletişim Yayınları, Tanıl Bora’nın linç üzerine yazdığı kitabını pazarlamakta bir beis görmüyor. Çünkü sınıfsal temelleri bu kadar çıplak olan bir toplumsal kriz, ancak “iyi, kötü” “canavar, hümanist” gibi karikatürize ikilikler ve sadece toplumsal krizi daha da derinleştirmeye yarayan kültürelci bir kavram setiyle açıklandığı takdirde, küresel neoliberal sistemin bu sorunun asıl kaynağı olduğu gerçeğinden uzaklaşabiliyoruz. Oysa bugün tüm dünyayı etkisi altına alan mülteci sorunu, temelde küresel kapitalizmin insanlığa yegâne ‘armağanı’.

Sosyalist filozof Slavoj Zizek, 2016 yılında yayınlanan Against the Double Blackmail: Refugees, Terror and Other Troubles with Neighbors (İkili Şantaja Karşı: Mülteciler, Terör ve Komşularla Diğer Sorunlar) kitabında, mülteci krizinin kaynağına inerek sorunun başlangıcı olarak SSCB sonrası küresel sistemin başlangıcına işaret ediyor: Emperyalist devletlerin, ellerine geçen sınırsızlık ve rakipsizlik fırsatıyla üçüncü dünyada yeni bir ekonomik kolonyalizm biçimi oluşturması, askeri müdahaleler, ülkelerin istikrarsızlaştırılması, özellikle Afrika ve Ortadoğu'da kontrolsüz bir yağmanın sonucu olarak stabilleşme imkanını yitiren devletler (fail states). Tüm bu kontrolsüz, agresif sömürgeciliğin sonucu olarak da oluşan istikrarsız yapıdan kaçmak isteyen milyonlar. Mülteci krizinin 90’larda ortaya çıkmasının ana sebebini bu çıplaklıkta işaret edebilmek gerekiyor.

KÜRESEL EKONOMİNİN SONUCU OLARAK MÜLTECİ KRİZİ

Gerçekten de soğuk savaş döneminde üçüncü dünyanın, örneğin Vietnam’ın, Küba’nın, kısmen Kore’nin emperyalist işgal ve yağmadan kendini koruyabildiği noktadan, Afganistan, Irak, Suriye ve Libya’nın bugün geldiği duruma bir karşılaştırma yaptığımızda sorunun kaynağı açık şekilde neoliberal emperyalist sistemin karşısında dünyanın ciddi bir enternasyonalist direnç üretememesi olduğunu görüyoruz. Tek kutuplu, sözde “sınırsızca özgür” küresel sistemin sonucu, üçüncü dünyanın sürekli istikrarsızlık ve yoksullukla mücadele ederken, emperyalist ülkelerin bu dengesizlik sayesinde istikrarını koruyabildiği bir dünya oldu, sınırlar kalkmadı, tersine çok daha keskinleşti.

Nitekim doğrudan Batı'nın askeri müdahaleleri ve iç savaş kışkırtmaları sonucu halkına güvenli bir yaşam sağlayamayan ülkelerden kaçan milyonlarca mültecinin mümkün mertebe batıya, batının İskandinav ülkeleri gibi refah seviyesi en yüksek ülkelerine göç etme arzusunun ardında çok açık bir arzu var: Kendi yaşamlarından çalınarak kurulan refahın içerisinde yaşamak.

Türkiye’nin tüm bu kriz ve istikrarsızlaşma süreci içerisinde, dünyanın en çok mülteci alan ülkesi konumuna gelmesi de aynı emperyalist pazarlıkların ürünü. Saray rejimi, bu kriz içerisinde oluşabilecek tüm rant kapılarını tutmak istiyor: Önce sözde İslami orta doğu projesinin lider ülkesi, ardından Baas rejimlerinde Sünni hegemonyanın destekçiliği, son olarak da Batı'ya karşı mülteci akınını kontrol ederek sağlanan ekonomik ve politik destek.

Özellikle Biden’in seçilmesinden itibaren batı ile ilişkileri bir önceki dönem kadar esnek olmayan iktidar, Beyaz Saray’ın onayı ve desteği için elindeki tüm kartlara sarılıyor. Nitekim bugün artık herhangi bir ideolojik, politik bağı dahi olmayan Afganistan’da, Taliban’a karşı bile seferberliğe gönüllü olduğu bir durumdayız.

Doğrudan emperyalist müdahaleciliğin sonucu olan ya da Zizek’in deyimiyle “Küresel ekonomi için insanlığın ödediği bedel” olan mülteci sorununun Türkiye’deki gündelik yaşama yansımasını da doğrudan bu dinamik içerisinde değerlendirmek gerek. Tabii ki meselenin emperyalizm kaynaklı olduğuna işaret etmek, onu gündelik tüm çelişki ve sorunlardan azade etmiyor. Böyle bir apolitik kolaycılık, tersine sorunun aktörlerine sufle vermekle görevli liberallerimizin başka bir apolitik kolaycılıkla meseleyi keyfi ikilik ve kavramlarla açıklayarak üzerini örttüğü bir tartışma ortamına yarar sağlıyor.

TOPLUM OLABİLME SORUSU

Fakat Türkiye’de mülteci sorununu tartışırken, çok daha kapsamlı bir başka sorunun içerisinde tartışmak gerekiyor, o da toplum olabilme imkânlarımız. Necmi Erdoğan’ın 2015’te yazdığı “Türkiye bir toplum mu?” başlıklı yazısıyla açtığı tartışma, 1980 sonrası Türkiye toplumunun geçirdiği dönüşümün ardından, dayanışma, birlikte yaşam pratikleri ve dinamikleri etrafında kurulmuş bir toplum olma halinden giderek uzaklaştığı, çözüldüğü sonucuna işaret ediyordu. Nitekim 12 Eylül rejiminin Türkiye halkının tüm ilerici, kolektif pratiklerini ve potansiyellerini yok edebilmek, liberal, emek ve halk düşmanı bir küresel sisteme entegre edebilmek için geliştirdiği ideolojik mücadele biçimi olan Türk-İslam sentezinin kültürel inşası, geçen 40 yılın sonunda bizi Türkiye bir toplum mu sorusuna itiyor. Bu kültürel inşa karşısında, solun bir kısmının geçirdiği post modern ve liberal dönüşümün sonucu olarak, pusulasını aynı kültürelciliğe itmiş olması da içinde bulunduğumuz toplumsal ve ideolojik kısırlığın bir diğer tarafı. Türkiye toplumunu “samimi dindarlıkta” “Türklük sözleşmesinde” arayan bir sol da kırmızı çizgisi darbecilerin arzu ettiği Türkiye inşasına entelektüel katkı vermeye devam ediyor.

Halbuki bugün bir kez daha görülen gerçeklik, Türkiye halkının toplum olma dinamiklerini, dayanışma pratikleri üzerinden yeniden kurabilmesi, bunun kültürel temelleri de kolektif potansiyellerine, bugüne değin solun taşıdığı ilerici birikimine tekrardan dönüşüyle olacaktır. Bugün Türkiye, toplum olabilme sorununu soldan, doğrudan hayatın içinden bir yeniden kuruluş ile çözmediği sürece, mülteci sorununa ilişkin de gündelik yaşamda herhangi bir çözüm üretemez ve biz egemenlerin pazarlık hamleleri arasında yeni Altındağ’larla karşılaşmaya devam ederiz.

Dolayısıyla Türkiye’nin, 12 Eylül'cü rejim ve onun devamı olan AKP iktidarının yerleştirdiği Türk-İslamcılık merkezinde gelişen siyasal İslam, milliyetçilik gibi mefhumların karşısında, soldan bir toplumlaşma pratiği, mülteci sorununa karşı da en somut çözümümüz olabilir. Yoksa günlük siyasi çıkarlara bu meseleleri meze etmenin sonuçlarını görüyoruz. Daha ötesi, toplum olabilmenin hayatiliği, kendisini İzmir’deki depremde, orman yangınlarında, Kastamonu’daki selde ve tüm pandemi sürecinde çok daha açık şekilde gösteriyor. Halkın kendinden başka dostu, dayanağı yok. Bize düşen bu dayanağı, emperyalist, gerici bir sistemin toplumsal ayaklarını kıracak şekilde sağlamlaştırmak ve güçlendirmekte.