27 Haziran’da Van Gölü’nde batan teknede bulunan mültecilerin ölü bedenleri çıkarılmaya devam ediyor. Şu ana kadar 60 kişiye ulaşılabildi. Teknede kaç kişinin olduğu bilinmediği için, arama çalışmaları sürdükçe yeni bedenlere ulaşılıyor.

Facianın büyüklüğüne ve kendi sularımızda yaşanmış olmasına rağmen Van Gölü’nde kaybedilen yaşamlar ne yazık ki ülke gündeminde hiç yer bulamadı. Zaten politik gündemin parçası olmadığı sürece, kamuoyunun yüreğini sızlatacak bir hikayenin parçası olmadığı sürece bu ölümler bir türlü ülkemizin ve dünyanın gündemine gelmiyor.

“Hareket”, yaşadığımız çağın en öne çıkan kavramlarından birisi. Teknolojik yenilikler, ulaşım, iletişim ve bilişim sektörlerini gelişimi dünyamızı eskisinden çok daha hareketli bir yer haline getirdi.

Küresel kapitalizm de buna uygun biçimde kendisini yenileyerek sermayenin hareketleri önündeki tüm engellerin ve sınırların ortadan kaldırıldığı bir dünya yarattı.

Günümüz dünyasında çok uluslu şirketler dünyanın her yanında yatırımlar yapıyor. Para bir gecede dünyanın dört bir yanını gezebiliyor. Dünyanın herhangi bir ülkesinde üretilen ürün herhangi bir pazarında kolayca satılabiliyor.

Sınırsız hareketin bu denli kutsandığı günümüz dünyasında hareket etmesinden ve sınırları aşmasından korkulan yegâne varlık, ne yazık ki insanlar!

İnsanların hareketinden duyulan bu korku, göçün ve göçmenliğin günümüzün en büyük sorunlarından birisi haline gelmesine neden oldu.

Küresel kapitalizm yasadışı göçü ve göçmenleri büyük bir sorun olarak göstermeye çalışsa da, göçün ve göçmenliğin tarihi kapitalizmin tarihinden çok daha eskilere uzanıyor.

Yeryüzünde insan varlığının ortaya çıkışından bu yana insanlar daima hareket halinde. Yaşamlarını daha iyi koşullarda sürdürebilmek, hatta kimi zaman sadece yaşamını sürdürebilmek için bulundukları yerlerden başka yerlere gidiyorlar.

Milyonlarca yıllık bu göçerlik tarihinin yanında insanların yerleşik hayata geçmeleri, devletler halinde örgütlenmeleri ve tabii kapitalizmin kendisi çok küçük bir tarihsel döneme denk düşüyor. Yani aslında bildiğimiz bütün uygarlık süreci, göç hareketleri üzerinde yükseliyor.

Bu tarihsel gerçekliğe rağmen mülteciler bugün uygarlığı tehdit eden bir unsur olarak gösterilmek isteniyor. Göç yasaklanarak, kriminalize edilerek milyonlarca insanın daha iyi bir yaşam sürme doğrultusundaki çabası bastırılmak isteniyor.

Bu yasaklama nedeniyle her yıl milyonlarca kişi, TIR konteynırlarında, gemi ambarlarında, sandallarda hayatını kaybediyor. Bu acının en yakın tanıklarından biri de bizim ülkemiz. Ülke topraklarımız ve karasularımız, Doğu’dan Batıya ve Güney’den Kuzey’e yönelen göç hareketlerinin en aktif olduğu yerlerden birisi.

Sayıları milyonları bulan mülteciler, kimi zaman geçiş yapabilmek, kimi zaman hayatlarını sürdürebilmek için ülkemizi kullanıyor. Her birisi kendine has hikayeleriyle gündelik hayatlarımızın bir parçası oluyor.

Hayatta kalmayı başarabilen mültecilerin de acı dolu hayatları olduğunu hepimiz biliyoruz. Gitmek istediği yere varabilen göçmenler, kimsenin çalışmak istemediği işlerde çalışmak, kimsenin yaşamak istemeyeceği koşullarda yaşamak zorunda kalıyorlar.

Mültecilerin yaşamının tüm zorluğuna rağmen göç hareketlerinin ve göçmen karşıtlığının dünya çapında yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Bölgesel çatışmalar, işsizlik ve yoksulluk gibi küresel ölçekli nedenlerle göç hareketleri artarken, göçmenler bulundukları ülkedeki her türlü düzensizliğin, çürümüşlüğün sorumlusu olarak gösteriliyorlar.

Neoliberal politikalar sonucunda kamusal mal ve hizmetlere erişimin giderek sınırlandırılması ve birbiri ardına yaşanan ekonomik krizlerle artan yoksulluk, halkın göçmenleri kendilerine rakip ve tehdit olarak görmesine neden oluyor. Bunun sonucunda göçmen karşıtı siyasi partiler tüm dünyada büyük bir popülerlik ve destek kazanıyorlar. Neoliberal politikaların bedeli, göçmenlere fatura edilmek isteniyor.

İnsanı insana düşman yapan bu büyük yalana izin vermemeliyiz. Göçmenlerin hayat mücadelesi, insanlığın ortak mücadelesidir. Daha iyi yaşam koşullarına ulaşabilmek için hayatlarını riske atan göçmenlerin önündeki ülkesel/zihinsel sınırları ve yaşam zorluklarını kaldırmak, dünyamızın daha yaşanabilir bir yer haline gelmesine hizmet edecektir.

Dünya üzerindeki hiç kimsenin, daha iyi bir yaşam sürdürebilmek için canını ortaya koymak zorunda kalmadığı bir dünya yaratmak, hepimizin görevidir…