Bir şey iddia edemiyorum. Sayıklamak dışında çarem de yok. 1993 yılının 24 Ocak günü Uğur Mumcu, 2007 yılının 19 Ocakı’nda Hrant Dink öldürüldü. Bu cinayetlerin ardından yaşanan süreçler ve cinayetlerin yarattığı infial, aslında birbirine hiç de o kadar da uzak olmayan kitlelerin hem birbirinden uzaklaşmasıyla hem de sükunetini kaybetmesiyle sonuçlandı. Her iki cinayetin de gerçekten kimler tarafından azmettirildiği bugüne kadar ortaya çıkarılamadığı gibi, olağan şüpheliler üzerinden kurulan algı operasyonları da eksik olmadı. Her iki tarihi cenaze törenine katılan yüz binlerce insanın kafalarındaki soru işaretleri bugüne kadar giderilemedi. Ama o iki yılda başka neler yaşandığını hatırlamak belki bize iyi gelir.

1993 yılı o karanlık cinayetle başladı. O sırada cumhurbaşkanı Turgut Özal’dı. Kürt sorununa dair bir rapor hazırladığı bilinen Eski Maliye Bakanı Adnan Kahveci 5 Şubat günü çok şaibeli bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. 17 Şubat günü Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağı Ankara’da bir pazar yerine düştü. Görev başında ölen en yüksek rütbeli asker olan Bitlis’in uçağı, “buzlanma” sonucu düşmüştü. Bitlis, Kürt sorunu konusunda yenilikçi bir tutuma sahipti; öyle ki ölümünden bir süre önce o sırada HEP milletvekili olan Ahmet Türk’le birlikte bir televizyon programında sivil kıyafetle türkü söylemişti. 17 Nisan sabahı Cumhurbaşkanı Turgut Özal öldü. Özal’ın ölümü bugüne kadar sıklıkla tartışma konusu oldu. 16 Mayıs’ta Demirel cumhurbaşkanı oldu. 25 Mayıs günü Bingöl’de silahsız 33 er kurşuna dizildi. 2 Temmuz günü Sivas’ta Madımak Katliamı yaşandı, 33 aydın yanarak can verdi. Hemen ardından Erzincan’ın Başbağlar Köyü’nde 33 kişi katledildi.

2007 yılı o karanlık cinayetle başladı. Şubat ayında 12 Eylül cuntasının lideri Kenan Evren hakkında “Türkiye ilerde eyalet sistemine geçebilir” dediği için soruşturma başlatıldı. 29 Mart günü Nokta dergisi Özden Örnek’in günlüklerini yayınladı. 12 Nisan günü Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt “sözde değil özde” demeciyle siyasete müdahale etti. 18 Nisan günü Malatya’da Zirve Yayınevi basıldı, saldırganlar üç kişiyi boğazlarını keserek öldürdü. 27 Nisan günü Cumhurbaşkanlığı için ilk tur oylaması yapıldı. Aynı akşam Genelkurmay Başkanlığı bir e-muhtıra yayınlayarak siyaset kurumunu açıkça tehdit etti. 1 Mayıs günü Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu iptal etti. 4 Mayıs günü erken seçim kararı alındı. 22 Mayıs günü Ankara’da bir çarşı önünde bomba patladı, 6 kişi öldü. 24 Mayıs günü 7 güvenlik görevlisi Şırnak’ta katledildi. Çeşitli illerde Cumhuriyet mitingleri düzenlendi, ana muhalefet sivil bir siyaset üretmemeyi ve gündeme meze olmayı tercih etti.

Hatırlamaya devam. 1992’de CHP yeniden açılmıştı. Önceki birçok SHP kurultayında Erdal İnönü’ye yenilen Deniz Baykal partinin genel başkanı oldu. 1994’te yerel seçimlere iki parti ayrı ayrı girdi, sonuçta Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, İstanbul Belediye Başkanı da Recep Tayyip Erdoğan oldu. 1993 yılından itibaren 90lar faili meçhullerin, yargısız infazların hiç eksik olmadığı, milletvekillerinin yaka paça hapse atıldığı, siyasal İslamcı hareketin giderek yükseldiği, muhalif kitlelerin giderek içine kapandığı ve korku içinde hareket ettiği bir döneme dönüştü.

2007 yılında askerin siyasete en son aleni müdahalesi olan 27 Nisan muhtırası, iktidara haklı bir moral üstünlük sağladı. Baykallı CHP’nin sözcüsü Onur Öymen “Altına imzamızı atarız” buyurdu, 22 Temmuz’da AKP o güne kadar ulaştığı en yüksek oy oranı olan %47’yle iktidara geldi. Sonraki yıllarda onlarca yüksek rütbeli asker çeşitli suçlamalarla yargılanıp hapis yatarken, 27 Nisan muhtırasını açıkça sahiplenen dönemin genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt’ın siyasete açık müdahalesi bugüne kadar soruşturma konusu bile olmadı.

Bana sorarsanız Hrant Abi ve Uğur Amca bugün yaşasaydı ikisi de gururla “çapulcu” olduklarını söyleyecek, ikisi de yolsuzluk operasyonlarında ve sonraki rövanş operasyonlarında Ahmet Şık’ın şahsında vücut bulan tavrı benimseyecek, ikisi de, görüşlerine katılalım ya da katılmayalım, döneme ya da çıkarlarına göre değil entelektüel namuslarına sadakatle davranacaklardı. Bu iki sakıncalı piyade aramızda olsaydı ne laik-dindar kutuplaşması bu düzeyde olacak, ne de “derin devletle hesaplaşma” adlı son derece ciddi görev bir ilkokul müsameresine dönüşecekti. Her ikisi de farklı pencerelerden hem sağ muhafazakar hegemonyaya anlamlı cevaplar üretecek, hem de bunu üretemeyip boşuna alan işgal edenleri ifşa edeceklerdi. Ya da onların o alanları hiç de boşuna işgal etmediklerini.