Depremde yaşamını yitirenlerin kimliğine kadar sorguluyor. O şehirlerde kimler yaşar, hangi millettendir, mezhebi nedir? İnsan milletindendir, mezhebi de kardeşliktir. Yerin, göğün, suyun, toprağın dini, mezhebi, milliyeti mi var? Ne soruyorsunuz, neden dem vuruyorsunuz?

Münkir münafık

Münkir, kısaca inkâr eden, inkârcı, münafıksa nifak yaratan, ikilik çıkaran demek. Münkir münafığın ne demeye geldiğini ayrıca yazmaya, uzun uzun anlatmaya gerek yok. Hem aslında Kazak Abdal’ın dedikleri dururken bu yazıya da gerek yok… Yok ama, belki o zamandan bu zamana münkir ne idi ne oldu, münafık kim idi kim oldu kabilinden bir ‘hatırlama terapisi’ yapmak da faydalı olur. (Bu arada sanırım ‘terapi’ sözcüğünü de ilk kez ve bir bağlam içinde, daha da doğrusu bir kavramlaştırma çabasıyla kullanmış bulunuyorum. Belki de vardır, ben de bir yerlerden okumuş, duymuşumdur. Bir de nedense ilk kez cümle içinde kullandığımı vurgulama gereksinimi duydum. Nedense!)

Kazak Abdal’ı bilmesek de şu deyişine kulak kabartmışlığımız vardır. Hani “Kazak Abdal söz söyledi/cümle halkı ta’neyledi/sorarlarsa kim söyledi/soranın da…” dizeleriyle biten deyişini. Benim de gençliğimde Ruhi Su’nun sesinden ve sazından çok dinlemişliğim vardır: “Derince kazın kuyusun/inim inim inilesin/kefen dikmeye iğnesinin/verenin de…” 17. yy. Bektaşi şairlerinden olan Kazak Abdal, zaman zaman Kaygusuz Abdal’la karıştırılır. Şöyle demek icap eder farkı anlamak için, Kazak Abdal, yergiciliği, alaycılığı, taşlaması, mizahi söyleyişiyle, ‘Garip’ şiir akımından, yani Birinci Yeni’ciyse, Kaygusuz Abdal’ın şiirleri, gerçeküstücülüğü, soyutlamaları ve imgeleriyle İkinci Yeni şiirine benzetilebilir.

Kazak Abdal’ın en çok bilinen iki şiirinden biri “Eşeği saldım çayıra/otlaya karnın doyura/ gördüğü düşü hayıra/yoranın da…” dizeleriyle başlayan ve içinde münkirin münafığın, müfsidin gammazın madrabazın geçtiği şiirdir. Bu yönüyle konumuza ve başlığımıza gayet uygundur. Milli Eğitim Bakanlığı’nın hizmet içi eğitim amacıyla öğretmenlere dağıttığı kitaplarda, çocuğuna iyi davranan, müşfik annenin başı örtülü, çocuğunu itip kakan, ‘zalım ana’nın başı açık olması ve eğitim bakanının da durumu açıklarken ‘kadınlar başımızın tacıdır, onlar üzerinden siyaset yapmayın!’ demagojisi yeterince ‘ikilik çıkarıcı’ bir örnektir. Ne o yoksa başı açık kadın olmanın da miadı doldu mu dünyada lirik şiir gibi? Öyle diyorlar ya! Hatta lirik demek, komik demek bazılarına göre! Hele bir de romantiksen, eyvah eyvah, ağlak, sulugöz diye adın bile çıkar!

“Münkir münafığın huyu/yıktı harap etti köyü/mezarına bir tas suyu/dökenin de…” diye sürüyor şiir. Bu kadar değil, daha da sürecek. Hatta zamanımıza kadar. Çünkü inkâr temel meslek olmuş, adeta meziyet olmuş! Bir halkı inkâr, kimliği inkâr, dili inkâr, mezhebi inkâr, nerdeyse varlığı inkâr, inkâr, inkâr! Edeb ya hu denildiği gibi insaf ya hu demek gerekir, el insaf! Politik geleneğimizin birinci maddesi nedir, hatırlayalım, inkâr, kuvvetle inkâr, şiddetle inkâr, sonuna dek inkâr! Bu politika hiç değişmedi ama her dönemin inkârı değişti. Tabii değişmeyen ve değiştirilmesi asla ve kat’a düşünülemeyecek, akla dahi getirilemeyecek inkârlar da elbette değişmedi, değiştirilmedi! Gün geldi, inkâr edenler de inkâr edildi! İtiraz kültürü olmayınca, biat oluyor, öyle olunca da inkâr oluyor!

Münkir münafık kavramı, evet, inanç bağlamında kullanılıyor şimdi. Çok kullanışlı bir kavram olduğuna kuşku yok. Kolayca anlaşılacağı gibi, muktedir dilin alfabesine de pek uygun. Çünkü varlığımızın varlığına armağan olmasından da öte, teslimiyet isteyen bir kurum olarak iktidar, dili parçalamak için kullanan bütünsel bir aygıttır. Halkın sokak dili, argo dili bile, muktedirin diliyle yarışamaz, baş edemez, zira o dil baştan başa ya da a’dan z’ye müstehcendir, pornodur. Bir tür ‘büyük tıkınma’.

Kazak Abdal’ın taşlamasına en fazla kızarız, ‘taşladığın kimsenin yakınlarından ne istiyorsun be birader?’ diye sorarız. O da ‘Çok canımı yaktılar, öfkelendim, ağzıma geleni söyledim!’ der, geçer, geçeriz. Muktedir dili öyle midir ya? O ağzına geleni söylemez, onun yeri, zamanı vardır, neyi nerede nasıl söyleyeceğini bilir ve öyle suçlar icat eder, öyle sıfatlar yapıştırır ve öyle şeyler söyler ki, “ya benimsin ya toprağın!” durumu hasıl olur. Kazak Abdal’ın şiiri güldürücüdür, muktedirin dili öldürücüdür.

Kazak Abdal’ın diğer şiiri de bir bakıma ilkini tamamlar. İlk dörtlüğünü herkes bilir, belki şiir olduğunu bilmeyiz, belki Kazak Abdal’ın olduğunu bilmeyiz, ama ne dediğini, kime dediğini ve daha da kimlere diyeceğimizi iyi biliriz: “Ormanda büyüyen adam azgını/Çarşıda pazarda insan beğenmez/Medrese kaçkını softa bozgunu/Selam vermeye dervişan beğenmez”. Ulusal, dinsel ve inanca ilişkin kavramları sürekli tekrarlayarak ideolojik kuşatmasını genişleten ve derinleştiren egemenler, böylece kutsalın temsilcileri gibi davranmayı, iş yapmayı ve yönetmeyi de başarırlar. Dili yönetenin yönetemeyeceği şey de yoktur doğrusu.

Şiirimizde ironinin, mizahın, taşlama ve yerginin bunca yoğun olması, hemen her şairde az ya da çok bu ögelere rastlanması, kem sözü sahibine geri yollama isteği ve gereğindendir biraz da. Bu gereklilik hiç azalmadığı gibi, yüzlerce yıl önce atılan taşlar da bugün başlar yarabilmektedir. ‘Zurnada peşrev olmaz’ denildiği gibi, taşın ağırlığına hafifliğine bakmadan ve tabii bir de kim üstüne alınırsa!

Konunun önemi yok, ister eğitim olsun ister deprem, ister şiddet olsun ister genç kadın intiharları, ister açlık olsun ister savaş, göç, işsizlik… Hepsinde de aynı büyüklenme, yani kibir içinde ve bir koro halinde, pek çoğu da Arapça, Farsça ve Osmanlıca olmak üzere, seçilmiş sözcükler ve kavramları bolca boca ediyorlar üstümüze. Sırtını muktedirin diline yaslamış olanlar, ‘iliştirilmiş medya’ ve kuruluşlar eşliğinde de dolaşıma sokuluyor her gün bu kara dil. ‘Kara dil borsası’ demek de uygun olabilir. Depremde yaşamını yitirenlerin kimliğine kadar sorguluyor. O şehirlerde kimler yaşar, hangi millettendir, mezhebi nedir? İnsan milletindendir, mezhebi de kardeşliktir. Yerin, göğün, suyun, toprağın dini, mezhebi, milliyeti mi var? Ne soruyorsunuz, neden dem vuruyorsunuz? “Ölüm geldi dört yanımı bağladı/kılma cenazemi lazım değilsin”deyişini işitmediniz mi hiç? Deyişi bırakın, ölümü işitmediniz mi duymadınız mı, ölüm kapınızdan geçmedi mi hiç? Çocuk ölümlerini, asker ölümlerini ayırdığınız gibi şimdi de şehirleri, deprem ölülerini ayırıyorsunuz!
Münkir kim, münafık kim, müfsid, yani bozguncu kim? Thomas Bernhardt “ölümü düşünecek olursak her şey gülünç” diyor. Doğru ama “ölümden önce de bir hayat vardır” ve o hayat bu kara dilin saldırıları altında yaşanıyor, yaşanmaya çabalanıyor. Kötü ve kaba dil için ‘kayış dili’ denir bir de, öyleyse bu kara dile de ‘kırbaç dili’ dememek için hiçbir neden yok. Sürekli üstümüzde. Tevfik Fikret gibi, “Toprak vatanım, nev-i beşer milletim”, yani “yeryüzü vatanım, insanlık milletim” demedikçe, büyük depremlere hiç gerek yok, küçücük çatlaklar bile ayırır bizi!

(Yazma önerileri: L: Leş Kargası, M: Mahkeme Suratlı, Muhallebi Çocuğu, Mahşer Midillisi, Müzmin Muhalif, Muhabbet Tellalı, Malumatfuruş, Müptezel, Müşkülpesent, Mütereddit Floresan…)

cukurda-defineci-avi-540867-1.