Günümüzdeki, özellikle 11 Eylül sonrası Avrupa, Amerika ve Türkiye akademik dünyasında yükselen laiklik ve din çalışmalarında tarihsel yaklaşım zayıf kaldı. Katı laiklik karşısında ılımlı laiklik kavramsal ikiliği hüküm sürdü ve bu ikiliğe tarihselliğin ve verilerin üstünde bir gerçeklik atfedildi.

Murat Akan: “Laikliğin inşasında  sosyalistlerin inkârı ideolojiktir”

YASİN DURAK

Laiklik söyleşileri dizimiz kapsamında Akademisyen Murat Akan ile Laiklik Siyaseti kitabı ekseninde bir tartışma gerçekleştirdik. Fransa’da laikliğin inşa sürecinde sosyalistlerin göz ardı edilen rolüne dikkat çekerek sözlerine başlayan Akan, laikliğe ilişkin burjuva tanımlamaların yarattığı açmazlardan, laikliğin başörtüsü polemiğine indirgenerek tartışılması kadar pek çok meseleye Fransa ile Türkiye’deki ortaklıklar ve ayrışmalara dikkat çekerek yanıt verdi. “Başörtüsü konusunda ayrışan Kemalist laiklik ve AKP siyaseti, devlet bütçesinden beslenen bir Diyanet İşleri Başkanlığı konusunda anlaşıyorlar” diyen Akan, “devletin hukuken vakıflaştırılması” sürecinin devrede olduğunu ifade etti.

►Laiklik Siyaseti adlı çalışmanızda oldukça kapsamlı bir veri analizi mevcut. Kitap burada ele alamayacağımız kadar çok yönlü̈ bir tartışma içeriyor. Bu nedenle okurları yormamak adına teorik mülahazaları ve kimi sosyolojik yaklaşımlara dair eleştirilerinizi paranteze alarak kimi çıkarımlarınıza odaklanmak istiyorum. Öncelikle -çalışmanızın üçüncü bölümünde belgelediğiniz üzere- Fransa’da laiklik mücadelelerinde, bilhassa Üçüncü Fransa Cumhuriyeti’nde (1870- 1940) etkili olan sosyalistlerin yıllardır bilim insanları tarafından göz ardı edilmesinden başlamak isterim. Sosyalistlerin nasıl bir rolü vardı ve neden yâdsındı?

Sosyalistler, bırakın uzlaşmayı, birbiriyle konuşamayan bir parlamentoda diyaloğu kurdular, parlamentoyu konuşturdular. 9 Aralık 1905 tarihli Kiliseler ve Devlet’in ayrılmasına ilişkin Yasa’nın tartışıldığı Fransa Parlamentosu'nun koltuk dağılımı 1902 seçimlerinde belirlenmişti, bir ucunda Katolikliğe bağı gittikçe artan bir Fransa toplumunu isteyen siyasal Katolikler diğer ucunda ise Katolikliği toplumun dokusundan söküp atmak isteyen radikal cumhuriyetçiler vardı. Sosyalist parlamenterler (Bu, grubun resmi adıdır), yaşam tarzı seviyesinde bağdaşamayan, konuşamayan bu iki ucu kurumlar seviyesinde konuşturmuş, farklı yaşam tarzlarını barış içinde beraber yaşatacak kurumların ortaya çıkmasını, yasaya dökülmesini sağlamışlardır. Ayrıca bunu, karma siyasi grupları saymazsak -karma derken örneğin kendini hem sosyalist hem cumhuriyetçi tanımlayan grupları kastediyorum- parlamentodaki 588 koltuğun sadece 32’sine sahip olarak yapmışlardır. Bakın, size uçları bağdaşmayan bir parlamentoyu konuşturmanın somut bir örneğini vereyim. Birçok parlamento tutanağında olduğu gibi, Fransa Parlamentosu tutanaklarında da konuşmacılar sözlerini bitirdikten sonra meclisin tepkileri, nidaları ve bunların hangi sıralardan geldiği parantez içinde not edilmiştir; soldan alkışlar, ortadan alkışlar, AKP sıralarından gürültü gibi. Siyasi sol ve sağ akımların isimlerinin bu grupların Fransa parlamentosunda oturdukları konumlardan geldiğini hatırlarsak şu söyleyeceğim daha da anlam kazanıyor. Okuduğum tüm Fransa Parlamentosu tutanaklarında, tüm parlamentoyu aynı anda ayağa kaldıran, hem sağ hem sol hem de ortadan aynı anda alkış alan tek konuşmacı vardır, Aristide Briand, bir sosyalist parlamenter. Sosyalist parlamenterler sayesinde, laiklik bir hayat tarzı olmaktan çıkarılmış, beraber yaşamayı sağlayan bir kurumsal yapıya ve ortak paydaya dönüşmüştür. Sosyalistler devletin tarafsızlığını, yani devletin hiçbir dinin arkasına maddi veya manevi ağırlığını koymamasını; Fransa toplumundaki çeşitliliği öne sürerek savunmuşlardır. Böylece, 1905 öncesi Fransa’da var olan Diyanet İşleri Başkanlığı benzeri düzen bitmiş, yani devlet din adamlarının maaşlarını vermeyi kesmiş, kamu düzeni söz konusu olduğunda müdahale yetkisini saklı tutarak dini örgütlenmeleri diğer sivil toplum örgütleriyle bir seviyeye indirmiştir. Sosyalistler, dini toplumun dokusundan silmek ya da dini topluma iyice yaymak hedeflerinin peşindeki gruplar karşısında, kendi, dini gündemden kaldırma hedeflerine -ki böylece ekonomik, sosyal ve önceliği olan diğer konulara geçilebilsin-, parlamentonun çoğunluğunu kazanarak ulaşmışlardır.

Bu bahsettiğim sosyalistlerin 1905 yasasının yapımındaki rolünün az hatırlanması konusuna gelirsek... Öncelikle, istediğiniz sosyal bilim yaklaşımını seçin, 1905 yasası sonucunu, sosyalistleri anlatmadan, onların rolünü göz ardı ederek bilimsel tabiriyle “açıklamak” mümkün değildir. Yasa sadece 108 oy farkıyla geçmiştir; 55 sandalyenin taraf değiştirmesi yasanın geçmemesi için yeterliydi, işte yasa için bu parlamento çoğunluğunun oluşturulması sosyalistlerin başarısıdır. Kısacası, sosyalistler gerçektir, onların unutulmasıysa ideolojiktir. O dönemi çalışan Fransa uzmanları tabii ki durumun farkındadır. Fakat günümüzdeki, özellikle 11 Eylül sonrası Avrupa, Amerika ve Türkiye akademik dünyasında yükselen laiklik ve din çalışmalarında tarihsel yaklaşım zayıf kaldı. Katı laiklik karşısında ılımlı laiklik kavramsal ikiliği hüküm sürdü ve bu ikiliğe tarihselliğin ve verilerin üstünde bir gerçeklik atfedildi. Bu sosyalistlerin üstünü örten kavramsal ikiliğin kökleri Türkiye’de diyebiliriz. Çünkü katı laikliğe örnek Kemalist laiklik, ılımlı laikliğe örnek de AKP’nin ilk yılları gösterildi. Bu kavramsal ikilik sadece Üçüncü Cumhuriyet Parlamenter sosyalistlerini saklamakla kalmıyor, Türkiye’de Kemalist laikliğin ve AKP’nin siyasetinin dinamiklerini de saklıyordu.

►Laiklik tartışmalarının “başörtüsü” konusuna odaklanılarak yapılması hem Fransa’da hem Türkiye’de nasıl çıkmazlara neden oluyor?

Avrupa, Amerika ve Türkiye’deki laiklik tartışmalarında başörtüsü, kesinlikle en sık başvurulan litmus testiydi. Kamu okullarında başörtüsünü yasaklayanlara katı laik, serbestisini savunanlara ılımlı laik dendi. Bir davranış biçimi olan okullarda başörtüsü giymeye odaklanmak, laiklik açısından çok daha önem arz eden kamu kaynaklarının kullanımı sorusunu ikinci plana itti. Başörtüsü konusunda ayrışan Kemalist laiklik ve AKP siyaseti, devlet bütçesinden beslenen bir Diyanet İşleri Başkanlığı konusunda anlaşıyorlardı. Erken AKP’nin ılımlı bir laiklik takipçisi olarak etiketlenmesi ile AKP’nin başından beri yavaş yavaş Diyanet İşleri Başkanlığı’na yaptığı yatırımların ve yapılandırmaların; protokoller aracılığıyla DİB’in farklı bakanlıklarla işbirliği yapmasının; eğitim, sosyal politika ve moral eğitim alanlarına girmesinin ve haliyle laiklik, demokrasi ve modern devlet teorisinin ortak paydası olan “alanlar ayrımının” ve devletin içindeki iş bölümünü aşındırmasının üstü örtüldü. AKP, Diyaneti, Kemalistlerin kurgusundan çok daha farklı bir yönde evirdi; fakat geniş bir tarihsel açıdan bakarsak DİB’i bu kadar kolaylıkla evirebilmesinin sebebi DİB’in kurucu CHP tarafından yürütme altında çizilmiş yeri ve senelerce kurumsallaşmış Kemalist laikliğin Diyanet ötesinde bir laiklik vizyonuna adım atamamasıydı. En son 2021-2022 Adli Yıl Açılışı ve Ankara Barolar Birliği Diyanet olayları sadece gelinen son noktadır, bir anda olmamıştır. Bu durum, erken AKP’den günümüze kadar gelen bir sürecin sonucudur. Refah Partisi’ni kapatan Anayasa Mahkemesi ve bu kapatmayı onaylayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kararlarında eylemden çok Refah Partisi üyelerinin sarf ettikleri sözlere değinmişlerdi. Erken AKP’ye ılımlı laiklik atfedenler, partinin eylemlerinden çok sözlerine bakmışlardır; oysa AKP’nin Diyanet yatırımı ve yapılandırması başından beri Refah Partisi’nin çok ötesindeydi. Fakat bir yandan da, 2013 yılından sonra başörtüsü meselesinin yeni bir boyutla laikliğin karşısına çıkması, başörtüsü meselesini şu ana kadar koyduğum noktadan çok daha hassas ve önem arz eden bir noktaya getirdi. Bu tarihe kadar tartışma öğrenciler etrafında dönüyordu. Bu tarihten sonra toplumsal tabanı geniş herhangi bir tartışma yapılmadan, parlamento bile baypas edilerek, sadece yönetmelik değişiklikleriyle, öğretmen, polis, yargıç, jandarma, asker, tüm kamuda başörtüsü serbestisi geldi. İstediğiniz karşılaştırmalı çerçeveden veya teorik açıdan bakalım, şu tespit sabittir: Devletin tarafsızlığı sarsılmıştır. Başörtüsü meselesini öğrenciler üzerinden tartışmakla kamu görevlileri üzerinden tartışmak bambaşka şeylerdir.

Fransa’da başörtüsü meselesi hiçbir zaman kamu görevlileri veya üniversite öğrencileri için tartışılmadı. Kamu görevlileri hiçbir dini sembol giyemez, üniversite öğrencileri de tercihlerinde serbesttir. Tartışma, ikinci öğretim öğrencileri etrafında döndü ve 2004’te büyük dini sembolleri yasaklayan bir kanun ile son buldu. Burada da başörtüsüne odaklanmak laiklik siyasetinin daha önemli boyutlarını göz ardı ediyordu. Başörtüsü yasağını desteklediği için katı laik olarak tespit edilen bazı siyasi gruplar aynı zamanda ikinci öğretimde din dersini savunuyorlardı, aynı Kenan Evren gibi, başörtüsüne hayır ama din dersine evet. Bir katı laiklik eylemi olduğu söylenen büyük dini sembollerin yasaklanmasının sonucunda, başörtülü öğrenciler okulsuz kalınca, devlet ile kontrat altında olan özel Katolik okullar gibi Müslüman okullar açıldı. Okul sisteminin özelleşmesinin ve dinileşmesinin yolunu açmış bir yasaya “katı laik” denmesi hiç ikna edici değil. Ayrıca yasa sürecine paralel başka bir süreç tam tersine işliyor ve hükümet güdümüyle kurulan Fransız Müslüman Konseyi dini, kamusal alana getiriyordu.

►Kemalist laikliğin, özellikle 11 Eylül sonrası sayısı artan laiklik ve din çalışmalarında katı laiklik örneği olarak sunulmasını eleştirdiniz. Bunu açar mısınız?

Kitap, Kemalist laiklik adına belli kritik anlardaki aktörlerin kurdukları kurumları, bu kurumlar için öne sürdükleri savları, söz konusu aktörlerin bu kurumlarla ulaşmaya çalıştıkları hedefleri 1924’ten 1982 Darbe Anayasası’nın yazım sürecinin sonuna kadar tespit ediyor. Spesifik anlar ve spesifik aktörler söz konusu olduğundan, tarihsel bağlama ve detaylara sadık kaldığından, incelenen anlarda aktörler arasındaki muhalifleri de göz önüne serdiğinden -Kemalizm içindeki çatlaklardan bahsediyorum- tüm Kemalist laikler birmiş gibi bir anlatıdan uzak duruyor; fakat bir yandan da son kertede hayat bulan kurumları belirleyen ana akım Kemalist laikliği tespit ediyor. Bugün tarihsel seyrine baktığımızda bu kurumsallaşmış Kemalist laikliğe kullandığı şiddet içeren yöntemlerinden dolayı -Askeri darbelerden ve özellikle Tek Parti Dönemi'nden bahsediyorum- “katı” denebilir; fakat hayata geçirdiği kurumların özü, içeriği açısından, Fransa ile karşılaştırılarak bakıldığında, kurumsallaşmış Kemalist laiklik “katı” değil, ancak “kısıtlı” laikliktir. Bu tespitimi, Fransa’da 3. Cumhuriyet zamanında Diyanet tarzı bir kurumsallaşmayı savunmuş ve sonra da 1905 Ayrılma Yasası’nın mimarı Cumhuriyetçilere yenik düşmüş Cumhuriyetçilerle Türkiye’de kurumsallaşmış Kemalist laiklik arasındaki benzerlikleri belgeledikten sonra yapıyorum. 1924’te kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, ‘biz örgütlemezsek başkası örgütler’ yaklaşımıyla İslam’ı belli sınırlar içinde tutmak için bir Cumhuriyeti benimsemiş İslam, bir Milli İslam (bu ikisi aynı değil, fakat şu an zaman darlığından bu konuya girmeyelim) projesi olarak başlamıştır. Fakat yürütmenin altındaki kurumsal pozisyonu Diyanet’in değişen hükümet stratejileri, değişen hükümetler doğrultusunda dini örgütlenmeye yatırım yapmak için de kullanılmasını sağlamıştır. 1940’ların sonunda CHP, sonra 1982’de Darbe Anayasası yazıcıları, sol hareketlere karşı dini örgütlemeyi önerirken, Diyanet'e ve okullarda din kültürü derslerine dönmüşlerdir. “Uyumlu” vatandaş yetiştirmek için devletin dine yatırım yapmasına, dinin toplumun çimentosu olarak kullanılmasına “devlet-sivil dinciliği” diyorum. Ana akım Kemalist laiklik, tarihsel seyri boyunca “devlet-sivil dinciliğine” gerekli mesafeyi alamamış, hatta zaman zaman savunucusu olmuştur. “devlet-sivil dinciliği”ni savunan Cumhuriyetçiler Fransa’da da mevcuttur. Laiklik Siyaseti kitabım özünde; ince işlenmiş ve karşılaştırmalı olarak, hem tarihsel hem de soy kütüksel bir yaklaşım ile inşa edilmek istenen kurumlara ve üç mesele için -dini semboller, eğitimde din ve dini altyapıya devlet desteği- belirlenen siyasi hedeflere odaklanarak, Fransa’nın ve Türkiye’nin kurumlar, kamusal tartışmalar ve siyaset bakımından, kültürel farklılıkların ötesinde olduğunu düşündüğüm bir aynı düzleme getiriyor. Bu düzlemin hem iki ülkede hem de incelediğim tarih kesitleri boyunca aynılığından dolayı kitabın başlığı Laiklik Siyaseti ve Laiklik Siyasetleri değil. İşte, ancak kurumsallaşmış Kemalist laiklik, “kısıtlı” laiklik olarak konumlandırıldığı zaman bu iki ülke yapbozunun tüm tarihsel ve güncel ampirik verileri yerine oturuyor, düzlem beliriyor, Laiklik Siyaseti su yüzüne çıkıyor; aksi takdirde kendimizi sosyal bilim değil ideoloji peşinde koşuyor buluyoruz.

►Üçüncü Fransa Cumhuriyeti’ndeki siyasi Katoliklerin tutumlarıyla AKP’nin tutumu arasında bir benzerlik tespit ediyorsunuz. Bu bağlamda AKP hükümetleri boyunca sizin ifadenizle “devlet-sivil dinciliğini” derinleştiren uygulamaların örnekleri nelerdir?

Üçüncü Cumhuriyet siyasi Katolikleri’nin kurumsal din siyaseti AKP’ye çok benziyor. Bu benzerliğin temeli, ikisinin de çoğunluklar hukukundan yola çıkması: Siyasi Katolikler, Fransa’nın Katolik çoğunluk olduğu ön verisinden, AKP ise Türkiye’nin Müslüman çoğunluk olduğu ön verisinden yola çıkıp bu çoğunluklar hukukunu devlet kurumlarının içine itebildikleri kadar itmeye çalışıyorlar. Bakın, size isim vermeden, 1902-1905 seneleri arasında 1905 Ayrılma Yasası Tartışmaları sırasında Siyasal Katoliklerden bazı alıntılar okuyup, sonra da 2010’da Diyanet Teşkilat Kanunu TBMM’de tartışılırken bazı AKP’li Meclis üyelerinin demeçlerinden alıntılar okusam ve “hangisi hangisi” diye sorsam ayırt edemez, karıştırırsınız. Yine aynı noktaya geliyoruz, Laiklik Siyaseti bırakın ülkeden ülkeye, bir tarihsel dönemden ötekine de değişmiyor; fakat bu ancak tarihsel bağlama hâkim olduktan sonra söylenebilir, kitap işte bu hâkimiyeti kuruyor. Tabii, Türkiye durumunda, kurumsallaşmış Kemalist laikliğin Müslüman çoğunluk ön verisine yeteri kadar mesafe alamaması, hatta bazı kurumları bu ön verinin üstüne inşa etmesi -Diyanet ve zorunlu Sünni-Hanefi-İslam-kültürü dersi gibi-, AKP’nin işini kolaylaştırmıştır. Şu an Türkiye’de durum şudur. İmam-hatiplere yapılan yatırımlar -rakam vermiyorum, gerekirse verebilirim-, bu okulların meslek okulu statüsünde çıkarılması, ortaokul ve liselerdeki yeni din dersleri -artık din “kültürü” değil dinin kendisini sunan-, anlattığım Diyanet yatırım ve yapılanmaları, tüm bu değişiklikler, kurumsallaşmış Kemalist laikliğin belli tarihsel evrelerine atfettiğim “devlet sivil dinciliğini” derinleştire derinleştire delme noktasına gelmiş, hatta belli yerlerde delmiş ve böylece laikliğin rejim seviyesinde dengesini bozacak raddeye ulaşmıştır. Burada hukuktan iki örnek verip bırakacağım, son kertede bir kitap üzerine konuşuyoruz ve her şeyi burada özetlemem mümkün değil. Bir, CHP’nin, 4+4+4 eğitim kanununun getirdiği seçmeli din dersleri hakkında açtığı davada 2013 senesinde aleyhte karar veren Anayasa Mahkemesi, Müslüman çoğunluk fikrini hukukun içine sokmuştur. Aritmetik eşitlikten (Her vatandaş kanun önünde bir sayılır) orantılı eşitlik kavramına yönelen karar, herkesin vergilerinin devlet okulunda bir dini öğretmeye gitmesine kanun önünde eşitlik (Anayasa Madde 10) açısından karşı çıkılmasına, çoğunluk ve azınlıklara orantılanarak bakıldığında kanun önünde eşitlik açısından bir sorun olmadığı savıyla cevap vermiştir. Kısacası, Müslüman çoğunluk bir ülkede devlet kurumsal yapısı Müslümanlığa eğilebilir, demiş; 10. Maddeyi 10. Maddelikten çıkarmıştır. İki, Ayasofya’nın camileştirilmesinde, mahkeme kararında 'laiklik' kelimesi bir kere bile geçmemektedir, en son akademik makalemde anlattığım “devletin hukuken vakıflaştırılması” süreci devrededir. Ayrıca, bu mahkeme sürecindeki dava açma hakkı tartışmaları da inanılmaz hendekler atlayarak, sonunda bir davacı sivil toplum örgütünün tüm Türkiye Müslüman çoğunluğu adına konuşması gibi fiili bir durum oluşmuştur. Müslüman çoğunluk fikri hukukun daha da içine sokulmuştur.ac