Murat Uyurkulak'ın yeni romanı Delibo ile ilgili ilk söyleşisi: Benzer dertleri olan insanlar birbirlerini iyileştirebilir

CAN UĞUR

Edebiyatımızın kültleşmiş eserlerine imza atan Murat Uyurkulak’ın yeni romanı Delibo, önümüzdeki günlerde okurla buluşacak. Uyurkulak, bu romanında memleketi İzmir Bornova’da yaşayan bir isimden Deli İbo’dan yola çıkarak farklı hayatlara ve olaylara dokunuyor. Uyurkulak kitabıyla ilgili ilk söyleşiyi BirGün Pazar’a verirken Delibo’yu “Benim hayatımdan da az çok izler barındıran bir hikâyeydi bu. Hem çok iyi tanıdığım hem bunu vehmederken yer yer aslında hiç tanımadığımı gördüğüm hayatların hikâyesiydi” diye tanımlıyor.

► Deli İbo ya da bilinen ismiyle Delibo’yu arayan ‘akıllıların’ öyküsü kitabınız. Bu delilik normallik kavramlarından başlamak isterim. Nedir bunların karşılığı?
İbo doğuştan zihinsel engelli ama malum, bizim memlekette deli deyip geçerler bu insanlara. Ayıplanacak bir şeymiş gibi eve hapsederler üstelik hatta zincire vuranlar olur. İbo da bizim Bornova’daki mahallenin ‘delisiydi’. Onu arayanları ‘akıllı’ olarak nitelemek uygun düşer mi, emin değilim. Hepsinin ruhunda, hayatın silleleri karşısında yamulan bir yığın taraf var çünkü. Asıl “delirmek” denen şey bu değil midir zaten?

► Delibo’da mutsuz bir sürü karakter var. Ama ilginç biçimde bu insanların mutluluğa ilişkin bir beklentileri de yok hatta Yusuf’ta olduğu gibi mutluluk anları onu ‘rahatsız’ ediyor. Neden böyle?
Yıllar önce Hasan Ali Toptaş’ın bir röportajında anlattığı bir sahne, aklıma mıh gibi çakılmıştı. Halk dansları topluluğunun gösterisine gidiyor. Perde açılıyor, sahneye çıkan ekip ortalığı öyle bir coşkuya ve neşeye boğuyor ki, Toptaş ‘yumruklarını dişlerine bastırıp hüngür hüngür ağlamak’ istiyor. Çok tanıdık bir duygu bu benim için. Neşeden duyulan keder, mutluluktan kaynaklı panik duygusu. Herkeste var mıdır bu duygu, bilmiyorum. Bildiğim tek şey bu memlekette ‘çok güldük çok ağlayacağız’ tedirginliğinin yaygınlığı. Bir tür kasılma, gerilme hali; iyi ve güzel olanın ömrünün çok uzun olmayacağına, kötülüğün hükmünün daha kavi ve sağlam olduğuna dair bilinçaltına kazınmış bir durum. Bu soru minvalinde Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’da yazdıklarını da hatırlatmak isterim: “Zaten küçüklüğümden beri saadeti israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim... Bu hal gerçi birçok fırsatları kaçırmama sebep olurdu fakat fazlasını isteyerek talihimi ürkütmekten her zaman çekinirdim.”

► Hayat sofrasından payını alamayanların kitabı denebilir Delibo için. Siz bu sofra düzeni için ne söylersiniz?
Uzun uzun anlatmaya hacet yok. İşte, virüs salgınında da apaçık tanıklık ettiğimiz üzere, milyonlarca insanın hayatını hiçe sayan, bir avuç imtiyazlının çarklar dönsün diye katil bir düzeni sürdürmek için elinden geleni ardına koymadığı bir âlem. Adına kapitalizm diyoruz. Koca bir dünya sofrasından on beş (15) insanın, dört milyar (4.000.000.000) insandan daha fazla pay aldığı, bütün kurumların ve denklemlerin buna göre ayarlandığı, korkunç bir adaletsizlik. Üstelik üretim araçları, teknoloji, bilim, tıp ve iletişim olanakları bu kadar gelişmişken... Salgından sonra “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” deniyor ya, saçmalık. Kapitalizmi ortadan kaldırıp sınırsız, sınıfsız, doğayla barışık bir eşitlik, özgürlük, kardeşlik âlemini kurmadığımız sürece emin olun, her şey eskisi gibi kalacak. Tıpkı iki korkunç dünya savaşı yaşamasına rağmen dünyanın acıya talim etmeyi, irili ufaklı yüzlerce savaşı, milyonlarca ölümü, zulmün daniskasını tecrübe etmeyi sürdürmesi gibi...

► İzmir, Isparta, Afyon… Burada büyükşehir ve Anadolu kentleri arasındaki sosyolojik, kültürel ve iktisadi farkları da görüyoruz. Bu farklar sizce insan hayatında ne kadar belirleyici?
Bu soruya cevap verebilmek için oturup bir roman daha yazmak lazım. Şu kadarını söyleyebilirim: Birileri, ki onlar büyük çoğunluğu teşkil eder, hayata kültürel ve iktisadi anlamda her zaman beş sıfır geriden başlıyor. Bunun sebepleri taşra-şehir ikilemine sıkıştırılamayacak kadar karmaşık ve fazla. Sınıfsal, cinsel, ulusal bir yığın gerekçesi var.

murat-uyurkulak-in-yeni-romani-delibo-ile-ilgili-ilk-soylesisi-benzer-dertleri-olan-insanlar-birbirlerini-iyilestirebilir-737987-1.

► Sınıf kini kavramı son zamanlarda özellikle salgın sürecinde kamuoyunun da gündeminde. Delibo’da da sınıf kinini çok keskin biçimde görüyoruz. Yapıcı biçimde değil ama yıkıcı olarak. Bu kin her zaman öznel ve nesnel olarak yapıcılığı esas almadan yıkıcılığa mahkûm mu?
Bende sınıf kini kuvvetlidir. Hayatım öyle gelişti çünkü. Şiddetli bir güvensizlik duygusuyla, her daim müşkül, öfkeli ve tedirgin... Mülkiyetin hırsızlık, zenginliğin bir tür ahlaksızlık olduğuna, sınıf mücadelesinin başka bir âlem yaratmanın en güçlü manivelası olduğuna inandım, aklım ermeye başladığından beri. Fakat kolay da olmuyor bu inancı sürdürmek. Hayat zor, geçinmek, ayakta durmak ve bunları yaparken asi kalmak zor. Muhalif bir insansanız, gençliğinizde daha ateşli oluyorsunuz. Ama gençliğin hararetine eşlik eden bir tür iyimserlik de var. Ne olursa olsun, hayat ne kadar olumsuz istikamette seyrederse seyretsin, bir şeylerin değişeceğine öyle veya böyle inanıyorsunuz. Yaş ilerledikçe, kötülüğün ne kadar dayanıklı, kötülük örgütlenmesinin ne kadar yaygın olduğuna bakıp ya pes ediyorsunuz ve harice kapıları kapatıp kendi dünyanıza çekiliyorsunuz ya da kötümserlik dozu yüksek bambaşka bir radikalleşme yaşıyorsunuz. Ahlakın sükût ettiği, muktedirlerin hiçbir insani ilkeye bağlılık duymadan, yalanı, zulmü, adaletsizliği bir tabiat yasası haline getirip barbarca özgürleştiği bir memleket burası. Dayak arsızı çocuklar vardır, ne kadar dövsen de (dövmemek lazım elbet) artık kâr etmez. Ya da hiçbir eleştirinin, kınamanın, hatta hakaretin ve küfrün üzerine yapışmadığı, her tür utanç duygusundan arınmış insanlar... Utanç verici bir düşkünlük. Yaşadığımız sadece kapitalizmin gaddarlığı değil, aynı zamanda budur. Yıkılması gereken de hem kapitalizm hem budur. Ama öfkenin sizi acılaştırmasına, insanlıktan umudu kesmenize yol açmasına izin vermemeniz icap eder. Ki bu, yaşadığımız topraklarda ve dünyada her geçen gün daha da zorlaşıyor. Benim naçizane önerebileceğim tek çare var: Mümkün mertebe örgütlenmek ve sizinle benzer dertleri olanlarla bir arada durup dayanışmanın iyileştiriciliğine kapıları açmak. Dahası, bunu, artık sınırları da aşan, yegâne vatanımızın dünya olduğu bilinciyle, enternasyonalist bir coşkuyla yapmak.

► Tol başta olmak üzere diğer eserlerinize göre kurgunun daha az katmanlı olduğu bir eser var gibi geldi bana. Bu yoruma katılır mısınız? Cevabınız olumlu ya da olumsuzsa nedeni nedir?
Delibo’yu yazarken alengirli bir kurgu oluşturmaya, ‘büyük laflar’ etmeye, kalemi şehvetle oynatmaya hiç gönlüm düşmedi. Büyük sözlere, büyük anlatılara, dünyanın değişebileceğine, görkemli hikâyeler anlatılabileceğine dair inancım aşındığı, hırpalandığı için değil, metnin bendeki duygusu daha mütevazı tezahür ettiği için. Sanırım o yüzden diğer romanlara kıyasla daha kısa sürede bitti. Zira benim hayatımdan da az çok izler barındıran bir hikâyeydi bu. Hem çok iyi tanıdığım hem bunu vehmederken yer yer aslında hiç tanımadığımı gördüğüm hayatların hikâyesiydi. İçimden geldiği gibi, etrafından hiç dolanmadan, fazlasını didiklemeden, sade hatta basit bir metin yazmak istedim. Belli uğraklara, dönümlere, milatlara çok takılmadan, mümkün mertebe hızlı aksın istedim. Ancak bu durum metni daha kolay yazdığım anlamına da gelmedi. Bazı bölümlerde bir müddet durup epey bir soluklanmam gerekti.

► Gezi Direnişi’nin 7. yılında ne söylemek istersiniz?
Söylenecek çok şey yok: Biz kazanacağız.

Fotoğraf: Muhsin Akgün