Mustang

ASLI DALDAL*

Deniz Gamze Ergüven, Türkiye doğumlu, Fransa’da büyümüş, Johannesburg’da tarih okuduktan sonra yine Fransa’ya dönerek prestijli La Fémis sinema okulunda eğitim görmüş enteresan bir kadın yönetmen. İlk uzun metrajlı filmi Mustang şaşırtıcı bir şekilde Fransa’nın bu sene Oscar adayı seçilmiş. Şaşırtıcı diyorum çünkü ortalama izleyici için oyuncuları Türk, yönetmeni Türk, tamamen Türkçe konuşulan, Türkiye’de geçen, oldukça “Türk” bir konuya odaklanan Mustang hangi açıdan Fransa’yı temsil etmekte biraz belirsiz görünmekte. Aslında artık ulusal sınırların sermaye akışı ile ortadan kalktığı, “ağ toplumu” olmanın milli refleksleri kat be kat aşabildiği küresel dünyamızda bunları artık yadırgamamak gerek. Prodüksiyonu ve dağıtımı büyük ölçüde Fransız olan filmin Fransa açısından siyasi bir duruşu temsil ettiğini savlamak da çok yanlış olmaz. Yabancı düşmanlığının, İslamofobinin, PEGİDA gibi faşist eğilimli oluşumların hızla yükselmeye başladı Avrupa’da Fransa’nın böyle bir seçimde bulunması pek çok açıdan olumlu olarak değerlendirilebilir. Siyasi konumlandırılışı bir yana, sinemasal tercihleri açısından bazı soru işaretleri taşısa da eleştirmenlerimiz tarafından genelde “samimi” bulunan film gişe başarısını da garantilemiş görünüyor. Adını Kuzey Amerika’nın uçsuz bucaksız çayırlarında koşturan yabani atlardan alan Mustang, Amerikan kültürüne (Mustang Sally, Ford Mustang ve daha nicesi ile) fazlasıyla aşina dünyamızın her yanına kolayca pazarlanabilir ticari çağrışımlarıyla da oldukça “win-win” (yani kaybetmenin olmadığı) bir oyuna dalıyor.

Türkiye’de gösterime girdikten sonra eleştirmenlerimiz tarafından film üzerine yapılan yorumlar genelde iki eksende toplanmakta: Öncelikle filmin oyuncularının Türk’e fazla benzemediği, hikaye bizden olsa da, kurgulanışının biraz “Fransız” kaldığı sıklıkla yinelenmekte. Bir diğer vurgulanan nokta da bütün eksikliklerine rağmen filmin “samimi” olduğu yönünde. Kişisel olarak Mustang bana bu yorumların tamamen tersini düşündürttü. Karadeniz’in bir kıyı kasabasında (İnebolu) babaanneleri ile yaşayan anne babaları ölmüş beş kız kardeşin çevre baskısıyla kabusa dönen hayatlarına odaklanan film, modern görünümlü kızları ile “bunlar o yörenin insanına benzemiyor” hissiyatı yaratsa da, bu durum filmdeki en önemli sorun değil. Son dönem sinemamızda taşrada geçen ve ergenlik eşiğindeki genç kızların dramını anlatan “bağımsız” yapımlara baktığımızda benzer bir figürasyonu ve konu anlatımını görebiliriz. Örneğin hem Belma Baş’ın yönettiği Zefir hem de Zeynep Dadak-Merve Kayan ikilisinin yönettiği Mavi Dalga aynı özgür ruhlu, modern görünümlü taşralı genç kızların ve kadınların yaşamına odaklanmaktaydı. “Türk’e benzememek” gibi bir eleştiri bu filmlere getirilmediyse, Fransa’nın Oscar adayı olduğu için, oksidentalist önyargılara uğramaya açık Mustang için söylenmesi de mantıklı değil. Kaldı ki evrensel bir sinemasal dil yaratmaya çalışan filmlerin, “yapay ve sakil” kaçmadığı müddetçe “kültürlerarası” tipler kotarması anlaşılabilir bir tercih. Ayrıca bizim toplumumuzda da, az sayıda kalmakla beraber, taşrada bile yaşasa kendine özgür bir yol açabilmiş pek çok genç kadın hala mevcut. Kanımca Mustang ile ilgili asıl sorun “bizden” olup olmamasından ziyade yukarıda altı çizilen “samimiyet” noktasında. Burada samimiyetten kastedilen, yönetmenin ticari ve sektörel oyunlara fazlaca rağbet etmeden, gerçekten inandığı bir konuyu, konuyu ele alış biçimi ve yarattığı ikonografi ile de dürüstçe işlemesi ise, ben Mustang’in bu açıdan biraz sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Ergüven, T24 haber sitesine verdiği bir röportajda şunları söylemekte: “Beni en çok rahatsız eden şeylerden biri kadınların sürekli çirkin bir biçimde cinselleştirilmesi. Ve bunun çok erken yaşta başladığını biliyorum. Yani kızların daha kadın bile olmadan, çocuk yaşta bu muameleyi gördüğünü…” Yine NTV Gece-Gündüz programında Ergüven hep erkek gözüyle filmler yapıldığını, kendi filminin ise “kadın” gözüyle yapıldığını aktarıyor (21 Ekim 2015)… Erkek gözüyle film yapmak ya da kadının sinemasal bir figür olarak erkek seyirci gözüne hitap eden seksüel bir meta olarak resmedilmesi sinema eleştirilerinde çokça anılan unsurlardır. Gerçekten de bu yaklaşımın yıkılması tartışılması, farklı kadın tiplerinin farklı şekillerde sinemasallaştırılması gerekmektedir. Bunu yapan pek çok film de mevcuttur. Ama Mustang bunlardan biri değil. Özellikle de kadının filmde resmedilmesi, sinemasal bir imge olarak yeniden oluşturulması söz konusu ise, en küçük oyuncu Lale (Güneş Nezihe Şensoy) dışındaki bütün genç oyuncular, gerek duruşları, gerek fiziksel özellikleri, gerekse de kullanılan ışık, kamera açısı, mizansen vb sinemasal anlatı unsurları ile fazlasıyla “tensellikleri” öne çıkarılarak yansıtılıyor. Okulun önündeki ilk bekleyiş sahnesindeki büyük abla Sonay’ın duruşuyla başlayan, oğlanlarla denizde “masum” şakalaşmanın ıslak bedenler, dağılmış saçlar, tene yapışmış gömlekler üzerinden imgelenişiyle devam eden bu yaklaşım, kapalı mekanlardaki kızların birbirlerine yarı çıplak sarılmış, ergen cinselliklerini olabildiğince yansıtan değişik sahnelerle devam ediyor. Bu kadar kapalı yetiştikleri bir toplumda cinselliği hayatlarına bu kadar pervasızca sokabilmeleri (örneğin Elit İşcan’ın canlandırdığı Ece karakterinin birkaç saniye içerisinde tacizci amcasının yokluğunu fırsat bilerek kendisine yaklaşan gençle arabanın içinde aniden sevişebilmesi) ya da en azından filmin her sahnesinde cinselliği çağrıştıran bir unsurun (küçük Lale’nin etrafında şekillenen anlatı hariç) bulunması filmin erkek bakışına ve gözetlemeci mantığa (voyeurism) fazla da kafa tutmadığını düşündürtüyor. Elbette bu “lolitalaştırma” çok daha amansız ve ticari bir formatta olabilirdi. Yine de film kızların kaçtıkları maç sonrası gelişen kadın dayanışması, Bülent Arınç’ın “kahkaha atmak edepsizliktir” diyen söylemine kafa salladıktan sonra yeğenlerini taciz eden amca ve Gezi olaylarına yapılan küçük göndermelerle ilginç noktalar yakalasa da zannedilen o “kadın gözüyle film” değil.

*Sinema yazarı-Akademisyen