Türkiye’nin iki önemli fay hattı olan Kürt sorunu ve dinselleşme-sekülerizm kutuplaşmasında çözüm üretmekten daha da fazla uzaklaştığını sadece biz mi görüyoruz?

Musul’a giderken Diyarbakır ve Hatay’ı kaybetmek!

HAKAN GÜNEŞ / @hakangunesh
Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

Fırat Kalkanı sürerken Musul üzerinde tarihsel-hukuki haklarımız için ordumuz hareket halinde. Nusayri Şam ve Şii Bağdat karşısında Sünni güçlerin her türlüsüyle ittifak etmek, onları eğitip donatmak neticede jakoben ittihatçıların kaybettirdiği şanlı Osmanlı topraklarına kavuşmamızı ve yeniden büyük devlet olmamızı sağlayacak! Hayal bu. Gerçekler ise kontrolden çıkmış süreçlere işaret ediyor. Musul’u alalım derken Erbil’in toprak genişletmesi ve Diyarbakır’ın ötekileştirilerek kopuşa sürüklenmesi eş anlı süreçler olarak gerçekleşiyor. Üstelik sadece IŞİD’e “açık sınır siyaseti” izlenen günler ile sınırlı sanılan Pakistanlaşma süreci yeniden hız kazanmış durumda.

TRT dizilerinden “Ertuğul-Diriliş” son bölümünü Hükümet’in yeni dönem dış siyasetinin meşrulaştırmasına ayırmış görünüyor: “Savunma düşman toprakları için de başlar, yoksa vatanını kaybedersin” diye sesleniyor dizinin haftalık fragmanındaki tok ses. Elbette ucuz Yeşilçam prodüksiyonlarındaki gibi akılsız düşmanın aynı şeyi Türkiye içinde yapmaya çalışacağı ihtimali yok sayılıyor. Lozan antlaşması üzerine koca bir gölge düşürülerek iç kamuoyunu Musul’un fethine hazırlandığı şu günlerde Diyarbakır ile ilişkilerinde derin bir yönetim krizi yaşayan Ankara’nın daha geniş bir Kürt coğrafyasına mı hakim olmak istediği sorulması yasak soruların başında yer alıyor. Kendi içindeki Kürt sorununda bir adım ileri iki adım geri politikasıyla sürekli meşruiyet ve konum kaybeden bir merkez, topraklarına daha geniş bir Kürt nüfus ile mi buluşturmak istiyor?

Havuz gazetecileri ve akademyasına sorarsanız Erbil çoktan Ankara’nın himayesine girmiş durumda. Başika bunun en büyük nişanesi. Sünni Irak Kürdistan’ı ile dans ederek Musul merkezli Sünni Arap sahanın hamiliğini sağlamak için hedefe odaklanmak ve kafaları karıştırmamak gerekli. Ülkedeki dış siyasetinin akıl ve mizandan yoksun olduğunu iddia etmeye lüzüm dahi yok. Çünkü birkaç yıllık fasılalarla hükümet sözcüleri bir önceki dönemin ne kadar akılsızca yürütüldüğünü itiraf ediyorlar. Ancak dış siyaseti çoğu kez iç siyasetin bir manivelası gibi kullanan içerdeki “üst akıl” ülkenin içinden çıkması daha zor bir sürece yol almaktan da çekinmiyor: Kürt sorunu 14 yıl öncesine oranla Ankara açısından çözülmesi daha zor bir noktaya geldiği gibi, ülke tarihinde ilk kez sonunda kimin kime karşı kullanacağı henüz meçhul olan ciddi bir cihatçı örgütlenmesine sahne oluyor.

Erbil dışında kazanım elde eden yok!

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Savunma (Peşmerge) Bakanlığı Musul operasyonunu takiben Bağdat ile bağımsızlık görüşmelerine başlayacaklarını defalarca ifade etti. Elbette ulusal ana akım medyada bu önemli diplomatik-siyasi ifadeler yer bulmadı. Çünkü Ankara; Erbil ve Peşmerge’yi bağımsız bir aktör olarak değil, kendisine mahkum ve/veya sadık bir “unsur” algılamayı ve sumayı tercih ediyor. Musul operasyonu daha başlamadan bu süreçten kazanımlarla çıkan yegane aktör aslında Erbil oldu. Ankara ve Tahran’ın mezhepçi rekabetinin vekaletinde yer alan Bağdat merkezi ile Sünni Arap siyasi fraksiyonlarının ne kazanıp kaybedeceği ise hayli meçhul. Üstelik taraflardan birisi kısmı bir kazanım elde etse dahi bunun bedelini başka (ekonomi-refah, iç güvenlik vb.) bir sahada ödeyeceği bir denklemle yüz yüze. Türkiye’nin Fırat Kalkanı’na bir de Dicle Kalkanı’nı eklemesi bu bakımdan tek cephede sürdürmekte zorlandığı bir savaşı üç cepheye genişletmekten başka bir sonuç üretmeyecektir. Böyle bir strateji izlenmesi durumunda Musul bölgesinde belli bir askeri derinlik ya da taktik mevzi kazanılmasına karşılık Diyarbakır’ı elde tutmakta daha da zorlanacağı bir döneme kapı aralayacaktır.

Binali Yıldırım Hükümeti’nin “az düşman çok dost” siyasetinin sadece 3 ay sürdürülüp hızla tüm cephelerdeki düşmanlaşmaları konsolide eden eski siyasete dönüş, Ankara’nın değil uzun, orta vadede dahi sürdürebileceği bir siyaset olamaz.

Bu bakımdan Türkiye’deki rejimin asıl sorunu-hedefi olan başkanlık rejimine geçerken elde etmek istediği küçük bir “dış” zaferi takiben yeniden 65. Hükümetin yazılı programına dönmeye çalışması kuvvetle muhtemeldir. Ancak Cerablus-Azez hattından da Musul-Tel Afer hattından da çıkılması girilmesinden daha zor bir maliyet çıkaracaktır.

Soğukkanlı ve objektif her siyasal analist Ankara’nın kendi içindeki Kürt sorununu çözebilme kabiliyetini giderek yitirdiği, üstelik 40 yıllık askeri çözüm siyasetinde de selefleri kadar dahi başarı sağlayamadığı (Ölüm sayıları, kontrol edilen sahanın daralması vb) sonucuna varacaktır. Çözüm için güvenlik dilinden müzakere-diplomasi diline, hezeyandan akılcılığa, maceracılıktan sorumlu dış siyasete geçilmediği sürece Musul ya da Haleb’e heves etmenin Ankara’dan Diyarbakır’a giden yolun her köprüsünün temellerine dinamit koyduğu bilinmelidir.

Pakistanlaşma devam ediyor!

Son dönemde gerek Suriye gerekse Irak siyasetini teritoryal kontrol ve bunun arkasındaki siyasi denklemi anlamaya odaklandık. Bu da dış siyasetin ülke içinde yarattığı etkileri göz ardı etmeye neden oldu. Türkiye’nin son 5 yılda dış siyasetinin ana parametresi haline gelen Sünni-mezhepçiliğin operasyonelleştiği ölçüde sadece operasyon yürütülen ülkelerde değil bizatihi Türkiye topraklarında da büyük bir cihatçılaşma etkisi ürettiği gözden kaçırılıyor.

Afganistan’a müdahele edebilmek için önce Mücahit koalisyonunu ardından da o koalisyona müdahale için Taliban’ı eğitip donatan Pakistan’ın kendi içine yayılan cihadizm sorunu “Pakistanlaşma” olarak adlandırılıyor. İŞİD militanlarının Türkiye topraklarını bir üs ve sınırını açık kapı olarak kullandığı haberleri 3 yıl önce Pakistanlaşma sorununun Türkiye için de konuşulmasına neden olmuştu. İŞİD’i mesafe konması ve hatta ona karşı operasyonlara başlanması ile bu sorunun bittiği fikrine varıldı. Oysa dış siyasetin içeride geniş ve derin bir cihatçı kesim üretmesi sorunu İŞİD ie sınırlı değildir ve bu bakımdan Türkiye Fırat kalkanı operasyonu ile yeniden Pakistanlaşma eğilimine girmiştir.

Akademiye ve basına uygulanan kısıtlamaları nedeniyle Gaziantep, Adıyaman ve Ankara’daki IŞİD örgütlenmesini ancak Batılı gazetecilerden öğrenebilen bizler için çok önemli bir rapor bu hafta içinde yayınlandı: Hatay Halk Meclisleri’nin yayınladığı “Türkiyeli Cihadizm “ raporu Pakistanlaşmanın hala ne kadar ciddi bir sorun olduğunu gözler önüne seriyor. Rapor detaylıca Suriye savaşında çeşitli cihatçı gruplara verilen desteği ve bu desteğin ülke içinde yerli bir cihatçı kuşağın (hem nesil hem teritorya anlamında) ortaya çıkışına zemin sağladığını ortaya koyuyor. Aslında Hatay’da yaşananların Kilis, Gaziantep, Adana, Adıyaman, Ankara, İstanbul, Düzce, Rize ve Diyarbakır’da ne ölçüde yaşandığı belgelenebilse Pakistanlaşma sorununu daha net biçimde konuşabileceğiz.

Güçlü ülke imajını kalaşnikof ile savaşanların karşısına Fırtına Obüsleri ile yaptığınız atışları gösteren kadrajlar ile sağlayabilirsiniz. Ancak gerçekten güçlü bir ülke olmak sorunlarını çözecek toplumsal ve ekonomik kabiliyetlere sahip olmaktan geçer. Türkiye’nin iki önemli fay hattı olan Kürt sorunu ve dinselleşme-sekülerizm kutuplaşmasında çözüm üretmekten daha da fazla uzaklaştığını sadece biz mi görüyoruz? Musul’a girelim derken Diyarbakır ve Hatay’ı kaybetmeye daha fazla yakınlaşılmıyor mu?