Geçen hafta bir markette “yaşlı” bir adam ve bir kadının tabir-i caizse “oynaşmaları” sosyal medyada genişçe konu oldu. Bu iki insanın güvenlik kamerası tarafından çekilen görüntülerinin medyaya verilmesinin ahlak konusu yapılmadığı bu meselenin bu yönünü daha sonra tartışmak üzere bir tarafa koyalım. Ancak tam da bu olay, yani muhafazakâr görüntüsü olan bu iki insanın o markette yaşadıkları bize unutturulmaya çalışılan erotik aşkın varlığını toplumların ve insanların derinlerinde ve coşkuyla sürdürdüğünün de yine küçük bir göstergesi oldu. Şimdi aşk hakkında yazılan çizilenlerin tamamına yakınının görmezden gelmeye başladığı erotik aşkın edebiyatı ve sanatı değil de ahlakı ilgilendirdiği yönündeki genel algının kendisinin ahlaksızlık olduğunu belirterek devam edelim.

Evet aşk denilen şey yüceltildi ve yüceltildiği yer kendinden fazla önem kazandı. Aşk aşık olmaktan daha önemli, soyut ve ulaşılamaz bir yere konuldu. Aşık olunabilinirdi ama layıkıyla aşık olmak yalnızca Leyla’ya, Mecnun’a, Aslı’ya, Kerem’e vb’ne nasip olmuştu. Aşksa onlarınkiydi. Acının, kavuşamamanın, fedakârlığın adı aşktı. Bunlar yoksa aşk dediğiniz şey hep biraz eksikti. Aragon’un söylediği gibi “mutlu aşk yoktu”. Aşk hep mutsuzluğuyla yan yanaydı. Oysa olan biten başkaydı ve Enis Batur’un hatırlattığı, Rougemont’un söylediği gibi sadece “Mutlu aşkın tarihi yazılmamıştı”.

Mesela “aşk çiftleşme arzusunda duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur” demişti Milan Kundera. Nabokov azıcık düzeltmişti onu “Aşk yalnızca cinsel olamaz; çünkü o zaman bencilcedir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar.” Ve daha yüzlercesi aşkın tine, tene, ruha yani bedensel olmayan her şeye ait olması için gereken neyse onu yapmıştı. Koskoca romantizm bunun için uğraşmış, dinler bunun için çabalamıştı.

Antik Yunan’daki Eros, yani erotik aşk, Roma ve Hıristiyanlıkla birlikte, yok olsun diye büyük çaba harcanmıştı. Eros “Agape”ye dönsün diye çabalanmıştı. Derin ve derin olduğu için tek bir nesneye/şeye duyulan aşk bedensel arzulardan sıyrıldığında -yine Antik Yunanların Agape dedikleri- tutkudan daha çok sevgiyle köklendirilmiş bir aşk haline getirilmeye çalışılmıştı. Aşkın bedenden ve cinsellikten sıyrılması ve yalnızca üremenin bir aracı olarak yüceltilmesi bugüne kadar gelen Hıristiyan etiğinin sonucuydu. Ve erotik aşka sövgüler dizen Aziz Augustinus’un kendisinin “İtiraflar”ında yazdıkları bir anlamda erotik aşkın tükenmezliği ve önlenemezliğinin en güzel örneklerindendi. Aşk her yerde ve her şartta yaşanıyordu ve yaşanacaktı. O yaşlı kadın ve erkeğin markette ayaküstü “oynaşmaları”, bir cami tuvaletinde “flört” eden iki erkeğin görüntüleri, asansörde kelli felli iki “dayı”nın öpüşmeleri yaşanmıştı, yaşanacaktı. Yasaklansalar da yaşanacaktı.

Bedenin aşktan dışlanması, erotik aşkın toplumdan dışlanmasıyla devam etmiştir. Artık Eros’un yerine karşılık, çıkar ya da cinsellik içermeyen “Agape” aşk olarak geçmiştir. Aşk artık “Agape”dir. Yüceltilmiştir. Aşkındır. Aşkın kendisi aşık olmanın önüne geçmiştir. Büyük yıkıntılar, zaferler ve yenilgiler arasından kendisini var eden bu yeni aşk anlayışı modern insanın aklına, ruhuna ve ahlakına hitap etse de beden aşk için en önemli kaynaklardan birisi olarak hala karşımızda ve dimdik durmaktadır.

Aşk, gözle değil ruhla görür diyen Shakespeare eğer bu söylediğini tek gerçeklik olarak kabul ediyorsa inanın yanılmıştır. Çok mekanikleştirmek kulağa elbette hoş gelmeyecektir ama bir aşığın kendine duyduğu güvenin Oksitosin’den, mutluluk hissinin Dopamin’den, saçının teline destanlar yazılan maşuku belirleyen şeyin Feromon’lardan, kur yapmanın Arginin-Vazopresin’lerden ve aşk sona ermeye yakın kendisini gösteren nedensiz mutluluğun Serotonin’den kaynaklandığını söylemek dürüstlük olacaktır. Aşk bir aşığın yalnızca kalbinde değil aynı zamanda bedenindedir. Ve erotik aşk bu gerçekliği asla dışarıda bırakmayacak kadar hala ayakları yere basmaktadır. Beden gerçekçidir.

*Aşk ve hormonlarla ilgili Tuğrul Atasoy’un “Aşık Beyninde Neler Olur” makalesi Özcan Erdoğan’ın derlediği “Aşk Hakkında Düşünceler” kitabından okunabilir.