Mutlu Lazzaro, vizyona gireli çok oldu ama seyahatlerim nedeniyle yazamadım. Boş geçmek de filme haksızlık olacaktı. Film, Cannes’da en iyi senaryo almıştı zaten. Tromsö Film Festivali’nde ise Ahmet Gürata’nın da üyesi olduğu ana jüri tarafından en iyi film seçildi. Mutlu Lazzaro, doğrusu bu ödülleri hak eden, nevi şahsına münhasır bir film. Film, Nobel ödüllü Garcia […]

Mutlu Lazzaro: İradenin iyimserliği

Mutlu Lazzaro, vizyona gireli çok oldu ama seyahatlerim nedeniyle yazamadım. Boş geçmek de filme haksızlık olacaktı. Film, Cannes’da en iyi senaryo almıştı zaten. Tromsö Film Festivali’nde ise Ahmet Gürata’nın da üyesi olduğu ana jüri tarafından en iyi film seçildi. Mutlu Lazzaro, doğrusu bu ödülleri hak eden, nevi şahsına münhasır bir film. Film, Nobel ödüllü Garcia Marquez’in tanıttığı büyülü gerçekçilik tanımına giriyor denilebilir. Sadece fantastik ile gerçekçi olanın bir karışımını içerdiği için değil, Marquez’in romanları gibi kalbi solda attığı için de bu tanıma uyuyor. Filmin yönetmeni Alicia Rohrwacher, Tromsö’ye gönderdiği ödül konuşmasında sosyalist Gramsci’nin bir sözünü anımsattı: “Bilincin karamsarlığı ve iradenin iyimserliği” ile yaşamayı önerdi.

“Mutlu Lazzaro” doğrusu pek de mutlu bir öykü anlatmıyor. Film ‘90’larda İtalya’nın geri kalanından kopuk yaşayan bir köyde başlıyor. Bu köyde hala feodal bir düzen hüküm sürmekte, sigara kraliçesi markiz, hiçbir sosyal hakları ve maaşları olmayan marabalarını acımasızca sömürmektedir. Anası-babası olmayan, sadece ninesiyle yaşayan genç Lazzaro ise köylülerin en safıdır. Her şeye iyi niyetle yaklaşır, kendisinden istenen her işi yapar, hiçbir şeyde kötülük görmez. Inviolata (El Değmemiş anlamına geliyor) köyünün “iyi insanıdır” o, tıpkı Brecht’in Sezuan’ın “iyi insanı” gibi. Ama iyi insan olmak sömürülmeye de açık olmak demektir ve Lazzaro’yu herkes sömürür. Bu köyün dünyadan kopuk düzeni, markizin oğlunun kendisine kaçırılma süsü vererek fidye istemesi; bu bilginin de polise ulaşmasıyla bozulur. Polis köye geldiğinde gözlerine inanamaz: Çocuklar okula gitmemekte, onlarca kişi aynı binada kalmakta, hak-hukuk işlememektedir bu köyde. Dinin de yardımıyla, her şeyden korkmaya koşullanmış köylüler bir karış sığlıktaki dereyi geçmeyi bile becerememektedir. Lazzaro, tam bu sırada uçurumdan düşer ve ölür… Ama Hristiyan mitolojisindeki Lazarus gibi dirilir.

Günümüze geliriz. Şehre göç eden köylülerin hayatı eskisinden de beterdir. Eski feodal sömürgenlerin yerini yenileri almıştır. Hatta eski feodal lordlar da finans kapitalin elinde oyuncak olmuş, her şeylerini kaybetmişlerdir. Yine de kimse geriye dönmek, köyde yaşamak istemez. Saf Lazzaro, bu sırada markizin oğlu Tancredi’yle karşılaşır. Tancredi, zamanında Lazzaro’ya belki de aynı babaya sahip olduklarını, Lazzaro’nun annesinin, çoğu köylü genç kız gibi, babasının tecavüzüne uğramış olabileceğini söylemiştir. Lazzaro, bu yüzden Tancredi’yi kardeşi beller. Ve bankaya gidip kardeşi Tancredi’nin mallarının geri verilmesini ister…

Mutlu Lazzaro’nun iddialı bir konusu var. Sömürünün çağlar ve düzenler boyunca evrimini anlatıyor. Öte yandan da insan iyiliğine her şeye rağmen bir saygı duruşunda bulunuyor. Mutlu Lazzaro, heyecanla izlenen bir film değil belki ama hem acıtan-hem de insanın içini ısıtan ender filmlerden biri. Hala oynuyorsa, kaçırmayın.   

Arada: Bir dil bir insan, iki dil…

Bir dil bir insan, iki dil insan derlerdi eskiler. Arada’nın yönetmeni Ali Kemal Çınar ise bu son filmiyle başka bir şey söylüyor: İki dil, iki insan değil; iki dil, iki yarım insan eder, diyor. Türkçeyi konuşabilirken anlayamaz, Kürtçeyi ise anlarken konuşamaz, filmin kahramanı Osman.  Bu iki yarımdan oluşan kişi iletişim kurmakta zorlanır haliyle, bir tam kişi bile etmez. Ama Osman’ın sorunu sadece bu da değildir. İki işi aynı anda yapamaz. Çay içerken sohbet edemez, sohbet ederken çay içemez.

Hoş bir durum değil elbette.

Bir ara kendi çevreme bir soru yöneltiyordum. Sizce Kürtlerin silahlı bir mücadeleye gerekçe oluşturabilecek yakıcı bir sorunu var mı, varsa nedir diye. Doğru dürüst bir cevap alamadım. Eskiden cevap çok açıktı: Kürt kimliği inkar ediliyordu, Kürtçe yayın yasağı vardı vs. Bunlar, keskin ulusalcılara ve PKK şiddetine rağmen aşıldı (bence silahlı mücadele gerekçelendirilebilse de meşru değildi, şimdi gerekçelendirilemiyor da). Anadilinde eğitim sorun olmaya devam ediyor ama bu sorunun da uzak dağ köyleri dışında (İki Dil, Bir Bavul’da olduğu gibi) yakıcı bir sorun olup olmadığından emin değilim. En azından, bu yönde ciddi bir eylemlilik görmüyorum Kürt coğrafyasında. O kadar yakıcı bir sorun olsa, Öcalan’ın tecridini protesto için ölümü göze alanlar, bu konuda çok daha fazla şey yaparlardı gibi geliyor bana. En azından yapmaları gerekirdi.

Hintli eleştirmen arkadaşım Latika Padgaonkar ile Kürt sorununu konuşurken, bu anadili meselesini de gündeme getirdim ve bana Kürtlerin en ciddi sorunu olarak anadilinde eğitimin göründüğünü söyledim. Latika, ezberimi bozan bir şey söyledi: benim anadilim İngilizce ve bundan dolayı da hiçbir eksiklik duymuyorum. Yirmi iki resmi dilin olduğu Hindistan’da İngilizce, yani eski sömürgecinin dili de resmi dillerden biri. Bu arada Hindistan’daki dillerin sayısı 150’yi aşıyor. Latika’nın bir “asıl dil” derdi olmaması, İngilizce’nin anadili olmasından son derece memnun olmasını düşündürücü buldum. Latika kendi ülkesinin hem de başka ülkelerin vatandaşlarıyla iletişim kurabiliyordu İngilizcesiyle. Bazen gerçekçi olmakta yarar var.