Her zaman söylüyorum. “tribüncülük” farklı bir kültürdür. Öncesiyle ve sonrasıyla farklıdır. Maç sabahı, uyanıp giyiceklerine karar vermek, buluşmak, ritüelleri yerine getirmek, statta maçın başlamasını beklemek, futbolcuları tribüne çağırmak, İstiklal Marşı, santra, üçlü... Kendi arasında ayrılan onlarca seyirci kategorisinden hangisine girerim bilmem ama bence futbolsever olmakla tribün sever olmak ayrı şeylerdir.

Futbol sever ile taraftar olmak farkından hep bahsediyorum. Buna paralel futbol izleyicisi olmakla takım izleyicisi olmak; televizyon izleyicisi olmakla tribüncü olmak da farklıdır.

Kendi takımının maçından başka maç izlemeyenler vardır. Futbolla yakından ilgilidir ama diğer takımların maçıyla ya hiç ilgilenmez ya da skor takibi seviyesinde ilgilidir. ( Hayatımıza “kupon yapmak” diye bir kavram girdiğinden bu yana bizimle ilgisi olmayan ligleri ve takımları bile takip edenler konu dışı.) Bunun tam tersi tüm hafta sonunu kanepede, elimde kumanda, yeşil gördüğü her kanalda duran; futbola dair ne varsa izleyenler vardır. Bu grup içinde tribüne gidenler olduğu gibi genelde ev konforunda izlemeyi severler. Ben kendimi hep oyun sever, futbol sever olarak tanımladım. İyi ve ilginç oyun görürsem izlerim. Bu yürürken rastladığım bir halı saha maçı da olabilir, küçük bir semt takımının maçı da, tatil için gittiğim yurtdışı şehrinin derbi maçı da. Hatta yurtdışında yaşadığım zamanlarda geçiyorum beyzbol ve Amerikan furbolunu, su kayağı müsabakaları, curling ve snooker karşılaşmalarını bile yerinde izleyerek takip ettiğim olmuştur. Yani sadece futbol değil tüm tribünleri severim.

Ülkemizdeki insanların çoğu takım sever olduğundan benim yıllarca Beşiktaş tribününden kombine alarak, kar kış demeden gitmemi anlayan pek çıkmaz. Buradan hareketle Beşiktaş tribününü, ruhunu iyi anladığımı düşünürüm zira mesai harcadığım yerdir “kapalı.” Hatta lapa lapa kar yağıp tribünde kimsecikler olmadığında bile oradaydım.

Beşiktaş ruhunun arabesk, acıdan beslenen bir tarafı olduğu tartışması başka bir zamana kalsın ama bakış açısının diğer tribünlerden ve taraftarlardan farklı olduğuna katılırım. İşte her takımda farklı olan o bakış açısı futbolcusunu, hocasını, yönetimini seçer. Seçmek dediğim elbette içselleştirmek.

Son olarak Beşiktaşlılık ruhuna uyan, takımın içindeki boşluğa iyi yerleşebilmiş bir figür olduğunu düşündüğüm Slaven Biliç ayrılacağı sinyallerini verdi. Her teknik adam gibi taktiksel yanlışları, ısrarları, kafamıza yatmayan oyuncu seçimleri vardır, her hoca gibi. Son yaptığı açıklamada “Bütün kayıpların sorumlusu benim. Yönetimle oturup değerlendirme yapacağız. Özellikle Türkiye’de futbolun nasıl yürüdüğünü biliyorum. Gelecek sezon Beşiktaş’ı çalıştırmak için bana şans verileceğini düşünmüyorum.” dedi. Buradaki kritik bölüm Biliç’in Türk futbolunun dinamiklerine dair fikri. İstikrarsızlık ve sabırsızlık da sanırım en net özellik.

Biliç’in lig boyunca sergilediği ve bize yabancı insani tavırları saymayacağım aynı sinirlendiğinde gösterdiği insani tavırlar gibi. Kendi adıma Biliç gibi adamın Tanrı’yla, duruşuyla, sosyalistliği ile, savaştan çıkmış gençliği, küpesiyle, gitarı ve müzik grubuyla Beşiktaş’ın içinde,futbolun içinde ve hatta gözümüze yakın bir yerde olması gerektiğini düşünüyorum. Giderse de aynı gelmeden önce olduğu gibi uzaktan sevmeye devam edip, Beşiktaşlılık ruhuna paralel “Bir tek dileğim var mutlu ol yeter” diyeceğiz.