Sevgi nedir?” diye soruluyor. Hindistan’daki guru cevap veriyor

-“Sevgi içimizde!”

“Sekiz bin kilometre geldim lan ben, içimde mi geldim bunu? Havaalanında X-Ray’de de çıkmadı hayırdır?”

-Mutluluk?

-İçimizde!

-Dünya barışı?

-Hepsi içimizde!

-Baba dörtyüzü verdik? Kdv’si?

-İçinde içinde!...

Bazen burnumuzun ucunda olan şeyleri öğrenmek, gözümüze giren gerçekleri kavramak, en basit dolayısıyla en zor olanı anlamlandırmak için uzun mesafeler kat ederiz. Kestirme bir yolu yoktur. Mekânlar, yıllar, yollar. Aklımda Cem Yılmaz’ın replikleri uzun bir yolculuk. Dünyanın bir öteki ucuna gidiyorum Hong Kong’a ama “Mutluluk içimizde!”

Okuyup öğrendiklerimizi bizzat yapanların ağızından dinliyoruz şimdi: Bulgaristan, Hırvatistan, ABD, Sri Lanka, Hindistan, El Salvador, Lesoto, Uganda, Dominik Cumhuriyeti, Avustralya, Tayland, Bangladeş, Kamboçya, Endonezya Pakistan, Filipinler, Malezya. Yedi iklim dört bucaktan işçiler. Aynı büyük zulmü anlatıyorlar. Aynı açlık ve sefaletle terbiye edilmelerini, binler halinde bina çöküntülerinde, yangınlarda, yaptıkları işin yol açtığı hastalıklardan ölümlerini. Daha da önemlisi bütün bunlara nasıl karşı durduklarını. Ufak tefek Kamboçyalılar anlattıkça daha çok inanıyoruz sanki. 40-50 dolar olan asgari ücretlerini son bir yılda yaklaşık 100 dolara çıkardılar. İsyanlarıyla ve uluslararası dayanışmayla. Şimdi Kamboçya ihracatının yüzde sekseninden fazlasını gerçekleştiren H&M ile pazarlık halindeler.

Bana “Mutluluk içimizde!” dedirten ise o kadar uzaktan memleketim hakkında yepyeni bilgiler edinmem. Dünyanın dört bir yanından gelen sendikacılarla sendikaların aidatlarını karşılaştırıyoruz. Böylelikle dünyanın maaşına oranla en yüksek oranda aidat ödeyen işçilerin Türkiyeli işçiler olduğu ortaya çıkıyor. “Mutluluk içimizde!”…biliyordum bilmesine ama aradaki farkın 150 kat civarında olduğunu bilmiyordum diyelim. Örgütlenmeyen işçilere daha bir özenle bakıyorum şu saatten sonra…

İşte oradan bakınca memleketin hali biraz daha tuhaf görünüyor. Hayır, Küba’daki cami bahsini açınca şaka sanıp katıla katıla gülen insanlar değil mesele. Mesele bizim bu absürdlüğün içinde ciddiyetle yaşıyor olmamız. Acı ve de acıklı. Öyleki nerdeyse bu tuhaflık kendine karşı olan her şeye bulaşmış. Yani insanın içinden ben böyle muhalefetin diye de başlamak geliyor…Hem de sadece kurumsal olanın değil…

Yazıp çizip içimizi boşaltıyoruz belki. Yazıp çizenlerimiz şarap yapılacak üzümler gibi son damlasına kadar kanı canı çıkarılan büyük insanlığın hikâyesini yazıyormuş havasıyla, kendi hikâyelerini anlatıyorlar çokça. Satır aralarında büyüyen egolar. Oysa biz hep aynı o vasat çok bilenin, egonun hikayesini dinliyoruz fonda.

Var olan mücadeleler bir politik çizgi olarak anlam bulup güçlenip iktidarın zulmüne bir yanıt olamıyor. Siyasi bir ortak akıl üretmek yerine, starlar, kurtarıcılar liderler gelsin bizi kurtarsın istiyoruz kısa yoldan. İktidarın mağdur ettiklerini siyasi lider ilan ediyoruz. Önce star ilan ettiklerimizi, bir adım sonra, en ufak hatalarında yerden yere vuruyoruz haklı ya da haksız. Yıllardır abuk sabuk laflarının peşinden koşup duruyor cevap yetiştiriyoruz. Onlar saçmaladıkça biz demeç veriyoruz. Onların lafları muhataplarının kulaklarına ulaşırken, bunun kanallarını kurmuşlarken bizimkiler boşlukta kayboldu gidiyor. En iyi ihtimalle tarihe not düştük diye avunuyoruz. Peki düşelim! de bunun tarihin sahnesine çıkarmaya yeltendiklerimizde ne zaman bir ilgisi olacak?

Elimizde yemek tarifleri, “Seninki mi benimki mi iyi” diye kavga ediyoruz. Malzeme ile tarif arasında ne gibi bir ilişki var, henüz bilmiyoruz. İşte politika da tam aradaki süreç, ilişki. İşin inceliği tam orada gizli.

Ağzımızı açmayalım, yanıt vermeyelim mi peki bu iktidarda olan zalimlere? Verelim verelim. Ama yalnız konuşarak değil! Sözle değil. Öyle bir yanıt verelim ki; atmaya kalkacakları her adımda ayakları titresin, dizlerinin bağı çözülsün, gözleri kararsın, başları dönsün. Diyorum ki; nefesimizi tutumlu kullanalım. Uzun bir koşunun tam başındayız. İşte taa uzaktan, oralardan bakınca, mutluluk içimizde!