Oğuz abimiz vardı Ankara’da. Maydanoz söğüşle rakı içerdi sadece. Her gün tekrar ettiği bir mutluluk reçetesi vardı: “Mutluluk geyik muhabbettir. O da Sıhhiye Meydanı’nda bir heykeldir.” Buyurun size felsefenin feriştahı.

Mutluluk Sıhhiye Meydanı’nda bir heykeldir

Önce mutluluk üzerine fikirlerimi söyleyeyim. Korkmayın, “mutluluk şuracıkta, ilerleyin iki sokak ileride sağda” filan deyip Oshoculuk oynamayacağım. Bana sorarsanız mutluluk hikâyedir. Huzur da Marx’ın tarif ettiğinden ibarettir: Sabah balık tutup, akşam felsefe yapmak.

Marx’ı rakı felsefesine göre tefsire girişelim: Sabah balık tutmak, akşam tuttuğun balıkla çilingir, sonra masada dünya ve mahalle meselelerini konuşmak. Artık devletler olmadığına ve herkes kendi mahallesini yönettiğine göre “Ne olacak bu memleketin hali?” efsane sorusu da geçerliliğini yitirmiş durumda. İtirazı olan?

Bu mükemmelliğin bugünkü en yakın durumu edepli bir akşamcılıktır bana sorarsanız. Gündüz çalışan, akşam iki tek atan ve yavaş yaşayan birisi huzurlu birisidir.

Mutluluk nedir ilgilenmedik. Ne olmadığı ile ilgilenelim. Sosyal medyadan vıcık vıcık sızan o sıvının mutluluk olmadığı kesin. Kadınların ayaklarının erkeklerin pazılarının fotoğrafını görmezden gelirsek memleket sadece yemek yiyor, sevinçten sıçrıyor,  gülücükler saçıyor ve öpüşüyor demektir. Benim bunlara bir itirazım yok. Bunların mutluluk olduğu yanılsamasına itirazım var. Çünkü bunlar mutluluk olarak algılandıkça mutluluk bir ödev haline geliyor. Bir “yahu herkes ne biçim mutlu bir de halime bak” yanılsaması yayılıyor. Mutluluk bir ödev değil bir durumdur halbuki. 

Hiç birimiz mutlu olmakla yükümlü değiliz. Bunun bir zorunlulukmuş gibi pazarlanması korkunç bir şey. Hepimizin ruh sağlığımız açısından ödevi mutluluğu hak ettiği yere, mutsuzluk, heyecanlılık, coşku ve bezginliğin yanına göndermek olmalıdır. 

Mutluluk tariflerinin ve resimlerinin çoğu yalandır ayrıca. Gidin bir Abidin bulun, oğlum al sana ucu açık bilet, git mutluluğun fotoğrafını çek gel deyin, Abidin listeden gider: 1. Turkuaz bir deniz. 2. İnce kumlu bir kumsal. 3. Bir hamak. 4. Kırmızı bikinili bir kadın yahut İtalyan kılıklı erkek. 5. Tropik meyvelerden müteşekkil bir tabak.

İnsan ne kadar bu pozisyonda kalabilir ki? Mangoyu filan yerken zaman geçti biraz. Bir saat filan da müzik dinledin. 4 saat kitap okudun. Bir denize girdin geldin. Hadi iki günü böyle geçirdin. Kaç gün hadi kaç hafta geçirebilir bu şekil? Ben yazarken sıkıldım. 

Oysa insanın bir işe yaraması gerekir. Üretmesi gerekir. Balık tutarak yahut felsefe yaparak. Yani koluyla yahut kafasıyla. Tercihen ikisiyle birden. Sevinmesi, üzülmesi, coşması, bezmesi gerekir. Bunların hepsinin birden hayatında belirli bir denge içerisinde bulunması gerekir. Öbür türlü bir talep hiç hayra alamet değildir. Neden İbrahim Tatlıses mis gibi sesi varken ve birkaç bin kişiyi krallar gibi yaşatacak servet sahibiyken gidip otobüs şirketi kurmaktan lahmacuncu açmaya kadar bin türlü iş denedi de yine mutlu olmadı? 

Oğuz abimiz vardı Ankara’da. Maydanoz söğüşle rakı içerdi sadece. Her gün tekrar ettiği bir mutluluk reçetesi vardı: “Mutluluk geyik muhabbettir. O da Sıhhiye Meydanı’nda bir heykeldir.” Buyurun size felsefenin feriştahı.

Sürekli mutlu olmanın, narkotik destekler dahil bir formülü olmadığı gibi lüzumu da yoktur.

Mutluluk mevzuunu abartmamak, yokluğunun yarattığı felaketi değiştirmez. Memleketimiz sürekli sırıtarak fotoğraf çektiren mutsuz insanlarla dolu maalesef.

Baksanıza çilingir alışkanlıkları bile bir acayip oldu. Bir gece dışarı çıkıp eşzamanlı olarak sohbet etmek, şarkı söylemek, dans etmek, gülmek, ağlamak, insani ihtiyaçlarının hepsini birden görmek istiyorlar. Rakıya büyücü muamelesi yapmak denir bu. Yapana da rakıya da o geceye de haksızlık. Zaten adında da hırsızlık var: Felekten gece çalmak.

İnsanlar tatile çıkıyorlar. Ne yapıyorlar? Günün en kanserojen saatinde güneşe yayılıp kusana kadar içip civarın yoksul çocuklarının ve kedi yavrularının fotoğrafını çekip geliyorlar. Niye? Çünkü “o kadarcık” tatilleri var ve iyi geçirmek zorundalar. O tatile deniz, kum, güneş, kültür, eğlence, aşk, alkol, her şey sığmalı. “Her şey dahil.” 

Zaten neye her şeyi dahil etmeye kalksanız bir şeyler eksik kalır mutlaka.

Bir durun yahu.

Geçen sene bunlardan da bahseden bir yazı yazmış, memleketin en büyük derdinin mutsuzluk olduğunu iddia etmiştim. Ertesi gün Mehmet Said Aydın ile benim motorla (evet, bir motosikletim var) Taksim’den Mecidiyeköy yönünde gidiyorduk. Said arkada oturuyor. Dedi ki “abi abartmışsın.” Agos’un önünde filandık. Sağa yaklaşarak yavaşladım ve şöyle dedim: Şu kaldırımda yürüyen insanların yüzüne bak allasen. İlk huzurlu, somurtuk olmayan yüz gördüğünde haber ver bana dedim. İstanbul’un hali vakti yerinde ve kalabalık bu kaldırımın yanından yavaşça ilerleyerek Şişli Cami’ne gelmiştik ki Said hayret içinde pes etti. “Hakikaten yahu” dedi. Ve mutsuz oldu. 

Evet. İnsan hakikaten hayret ediyor. Ben her seferinde hayret ediyorum. 

Geçen bir senede işler daha da berbat oldu. Buyurun size bir örnek. Meğer 20 Mart, mutluluk günüymüş. ABD kaynaklı Gallup araştırma şirketi de yıllık bir mutluluk endeksi yayınlar ve her sene tekrarladığı bir anket yaparmış. Anket kapsamında 143 ülkeden yetişkin bireylere şuna benzer sorular sormuşlar: Dün iyi dinlendiniz mi? Dün gün boyu insanlardan saygı gördünüz mü? Dün yeterince güldünüz mü? Dün bir şey öğrendiniz mi yahut ilginç bir şey yaptınız mı? 

Bunu üçer beşer kişiye sorarak yapmamışlar. 143 ülkede biner kişiyle yüz yüze yahut telefonla konuşarak yapmışlar. Sonuçlara göre bir değerlendirme yapıp sıralamışlar. Liste insanı depresyona sokmaya yeter. Türkiye sondan üçüncü. Türkiye’den sonra bir tek Sudan ve Tunus var. Öncesi? Herkes. Irak, Suriye, Afganistan gibi ülkeler bile Türkiye’nin üzerinde. Aynı araştırmanın önceki yıllarına bakıldığında Türkiye’nin müthiş bir hızla dibe doğru gittiğini görüyoruz. Misal bir önceki sene 93. sıradayken ondan öncekinde 77.

Listeden çıkarılacak tek eğlenceli sonuç daha aşağı inemeyecek olmamız.