Birden sıcaklar bastırınca balıkçılar da kediler gibi mayışmış, buldukları gölge yerlerden başlarını çıkartmaya çekiniyorlardı. Arada balıkçılar kahvesinin önünden seçim minibüsleri geçiyordu şarkılar çalarak. Bu devirde hâlâ minibüsle şarkı çalarak seçim propagandası yapmanın mantığı neydi acaba? Belki de partiler var olduklarını seçmenlere böyle hatırlatıyorlardı. Var olduklarını seçimden seçime hatırlatmak… Okuduğum kitapta, yıllarca diktatörler tarafından yönetilen Güney Amerika ülkelerinde, demokrasiyi ve ülke için başka bir yaşam olanağının varlığını hatırlatan “gizli bir siyasi güç”ten bahsediyordu. Bizdeki demokrasiyi unutturmayan “gizli güç” neydi? Gerçekten insanlar unutur muydu demokrasiyi?

Muharrem İnce’nin miting meydanlarındaki “Sizi gülümseteceğim” sözünü hatırladım. Mutluluk vaat eden bir siyasetçi… Güç ve ölüm vaat edenlere karşı, barış, huzur ve mutluluk vaat etmek, oy getirir miydi? Bir siyasi lider, rakibi başka bir aday için, idam vaat ediyordu örneğin. Binlerce kişinin bu idam vaadini alkışlıyor olması, demokrasinin halkın bir kesimi için çoktan unutulduğu anlamına gelmiyor muydu?

Can Yayınları, bugünlerde mutlulukla ilgili iki kitap yayımladı, Louis Sepulveda ve Carlo Petrini’nin “Mutluluğa Dair Bir Düşünce” ile Yasmina Reza’nın “Ne Mutlu Mutlulara”… “Mutluluğa Dair Bir Düşünce”de, Uruguay modelinden bahsediyorlardı. Uruguay halkı, zaman kaybetmeden hızla değişme yerine, bir düşünme zamanı tanımıştı kendine. Düşünüp taşınmışlar ve öncelikle yoksulluğu yok etmeye karar vermişlerdi: “Böyle bir sonuca ulaşmaya başaran bir toplumu ben sağlıklı bir toplum olarak tanımlarım, psikolojik açıdan da: Bu, zihin sağlığı demektir. Hız mitine, nelerin getireceğini bilmeden, araştırmadan gelişime doğru baş döndürücü bir hızla ulaşma baskısına karşı çıkmak, olağanüstü bir denge baskısıdır” diye yazmıştı Sepulveda.

Türkiye için de, önce yavaş demek gerekiyordu belki de, çok yavaş, daha da yavaş… Uruguay için söylenen “treni kaçırdılar” sözüyle dalga geçiyordu yazar, nereye gittiği belirsiz bir trene binmek yerine, adaletli bir toplum kurmanın önemine işaret ederek. Muharrem İnce’nin kendisini sıkıştırmak için Kürt sorunu ya da eğitimle ilgili çözüm önerilerin ne sorularına, bir TV kanalını bu iş için ayıracağım, herkes özgürce konuşsun, eteğindeki taşları döksün cevabı, bu açıdan anlamlıydı. Bazı sorunların çözümü, geniş bir toplumsal uzlaşıyla, derin düşünmeye fırsat veren bir yavaşlıkla mümkün olabilirdi ancak. Trenden trene atlayıp macera aramak yerine, ince ince çalışılmış bir yol haritasıyla, huzurlu ve mutlu bir yolculuk…


Uruguay halkı, sonra uzun uzun düşünüp, en saygın ve gerekli mesleğin öğretmenlik olduğuna karar vermişti. Bu karara göre, hiçbir milletvekilinin, hatta cumhurbaşkanının maaşı bile, bir ilkokul öğretmeninin maaşından yüksek olamayacaktı. Yeni kuşaklara bilim, kültür, gelenek, bilgi ve deneyimleri aktaracak olan öğretmene verilen bu önem, adaletli bir toplum kurma kararlılığını gösteriyordu.

Sanki zihnimi okumuş gibi, yan masadan Asım Abi, “Hoca, sence mutluluk nedir?” diye sordu. Ne diyeceğimi bilemedim önce, okuduğum kitaptan etkilenip yavaşlık filan diyecektim az kalsın, yanlış anlayıp benimle dalga geçerlerdi muhtemelen. “Nerden çıktı şimdi bu soru?” dedim. Asım Abi, “Doğan SLX’ten” dedi. Biri, Doğan SLX aldığı için ne kadar mutlu olduğunu anlatıyormuş, bir başka balıkçı, “Saçma” demiş, “Doğan SLX’ten mutlu olan biri, hiçbir zaman Porsche’si olmayacak biridir, kendini avutuyordur.” Doğan SLX fanlarından haberim yoktu. Asım Abi de, beni kastederek, “Bak, Hoca bisikletiyle mutlu, istese otomobil alamaz mı demiş” ve tartışma büyümüş. Ben de masalarına oturup, tamamen somut gerçeklere dayalı bu mutluluk sohbetini dinlerken, Suat Derviş’in mutlulukla ilgili sözlerini hatırladım: “Mutluluk, bölünmez bir bütündür. Hayatın bir unsuru değil, ta kendisidir. Bütün zerrelerin birbirini tedirgin etmeden birleştikleri bir ahenktir ve hayat işte bu ahenge kavuştuğu zaman, gerçek mutluluktan bahsedilebilir. Başkalarının mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz.”