88’in Eylülü. Evde tek başıma bırakılmışım. “Seni sonradan götürürüz” diye avutuyorlar. Neyse bir araba geliyor ve beni de alıp hastaneye getiriyorlar....

Yaşamımın son yirmi yılını paylaştığım, bazen uzağımda bazense en yakımda olan, sınırsız neş’e kaynağı,

88’in Eylülü. Evde tek başıma bırakılmışım. “Seni sonradan götürürüz” diye avutuyorlar. Neyse bir araba geliyor ve beni de alıp hastaneye getiriyorlar. Kokusundan nefret ettiğim ‘Acil Servis’in yanındaki binaya girip, birkaç kat çıkıyoruz. Aile eşrafı toplanmış bakıyorlar, bense tamamen şaşkın bir halde yaklaşıyorum. Sanırım amcam, seni gösteriyor ve tanışıyoruz: İlk merhaba!
Kara kış. Kömür sobası bodrum katı evimize fena halde ısıtıyor. Olmayacağı besbelli zıbınını çekiştirerek giyiyorum senin. Cinlik bu ya, giydikten sonra “nasıl olmuş” diye soruyorum evdekilere. Muzurluk yüzümden akıyor, annem anlatmaya çalışıyor, babam bıyık altından gülüyor, şımarıyorum. Zıbını çıkarıyorum ve bir köşeye siniyorum, artık benimle daha az ilgileniliyor: İlk kıskançlık!
Seneler yerinde durmuyor ve bir yaz günü misketlerime, oyun kartlarıma ortak olacak birisi çıkıyor. Ne fena. Artık sokağa tek başına değil, seninle çıkmam gerekiyor. Tam bir felaket, tam bir kuyruksun. İki saçma sapan taş ve patlak bir plastik top ile yaptığımız gazozuna maçlarda bile ayakaltındasın. Çare yok, ya ben de eve döneceğim ya da seni ‘fasulye’den oyunda olmanı sağlayacağım: İlk ortak hareketler!
Sanki evimiz futbol sahası, bulduğumuz tenis topu meşin yuvarlak, ben Feyyaz’ım, sense kaleci Bako. Annemin olmadığı dar vakitlerde koltuk aralarında yaptığımız maçlar, penaltı çekişmeler ve kırılan vazo… “Japon yapıştırıcısı yapıştırır mı bunu?” diye birbirimize soruyoruz. Tabii ki çok belli kırıldığı, terlikle kovalıyor annem ikimizi de, saklanmaya çalışıyoruz: Birlikte ilk dayak!
Elimizde köfte ekmeklerle giriyoruz ‘Yeni Açık’a. Lacivert-mavi formasıyla Adana Demirspor rakibimiz. Gollerin tekrarı olmaması senin için en büyük sorun. Üç gollü rahat bir galibiyet alıyoruz. Ayağın uğurlu geliyor, bir bahar akşamı sırtımızda bayrakla Çengelköy’deki evimize dönüyoruz karşılıklı “siyah-beyaz” çekerek: İlk maç!
İsrail kafasına estikçe Filistinliler’e saldırıyor. 2006 Temmuzu’nda da Lübnan’a vahşice saldırıyor. İstanbul’daki eylemlerde yalnız değilim, yanımda sen varsın. Hükümet tezkere çıkartmak istiyor, muhaliflerin eylemi Ankara’da. Çare yok, eve yalan söyleyip trenle Ankara yollarına düşüyoruz seninle. Uykusuzuz ama ümitliyiz. Olmuyor, tezkere onaylanıyor. Olsun, biz denedik en azından: İlk eylem!
Üç beş ders kitabı külçe gibi geliyordu sana. Lise sonunda hazırlandığın meçhul sınav neticesinde biraz tembellik, biraz da isteksizlik yeli seni uzaklara, Safranbolu’ya götürdü. Bir yandan merak saldığın halk oyunları, bir yandan uzaklara ‘aşk’ın bir çırpıda diplomaya verdi eline. Hasret güzeldi, arada bir çalan telefon sesiydi: İlk hasret!
Yusyuvarlak dünya bugün hem yanıma, hem de karşıma getirdi seni. Haletiruhiyene göre bazen muhalifsin bana, bazense en büyük destekçi. Mesleğimden soğuduğum, sevimsileşen şu iş yaşantımda ‘süpermen’ gibi yoldaş oldun bana: İlk iş deneyimi!
Ve şimdi, sen… Gergin ortamların keyfisin, neşesisin, yolculukların acil durum nefesisin, işyerinin en pozitif enerji verenisin, sırtımı dayayacağım yegâne adamlardan birisin, ‘Eski Açık’ta omuz omuza verdiğimsin, Kafkas dansıyla, horonla, halk oyunlarıyla, kendi ürettiğin stillerle en mutsuz gri anları bile güzelliğe çevirecek kişisin…