İLHAN, benim en sevdiğim isimdir. Halbuki ’88’de geldiğimde çoktan öldürülmüş, sekiz yıl dolmuştu. Ve biz bir tane de olsa kitap almak için oraya giderdik. Merdivenleri hızla çıkıp içeri girdiğimizde, onun o acı yüklü, kamil ve geniş yüzü bizi karşılardı. Sıcak, yağmur, kar ya da rüzgar arkada kalır, içerinin müziği ve sıcak havası bizi sarardı. Tanışmaya hiç gerek duymadık.

Muzaffer Erdost, başkentin tam ortasındaki lokantalar, barlar, birahaneler, çiçekçiler ve kokoreççilerce sarılmış Sakarya caddesinde, türlü kokuların ve seslerin içinde kuytu bir köşedeki kitapçı dükkanının -polisler o sokağın giriş kısmını çok dikizlemiştir- girişinde sessizce oturur -hep aynı yerdeydi sandalyesi- ve içeri giren herkese gülümserdi. Kapıyı açtığınız anda bir zil sesi çalar, Muzaffer Bey daldığı kitaptan başını aynı anda kaldırırdı. Üstünde kahverengi bir çerçeve içinde, elinde sigarasıyla kardeş İlhan -o ünlü yakışıklı siyah beyaz resimde- hep düşünceli ve hafif kederle bakardı.

Bizim, sol ve sosyalizmle tanışmamız bu iki kardeşin yüzü suyu hürmetinedir. İlhan zaten bundan dolayı öldürülmüştür. Darbeden hemen sonra gözaltına alınmaları, ciplerle bir askeri binaya götürülmeleri sanki saniyeler içindedir, ama dakikalarca süren -ve sanki saatleri bulan- ve ölümle mola verilen o insanlıkdışı saldırı, “çıkardığınız kitaplarla, el kadar çocukları zehirlediniz” komutuyla başlamıştır. Oysa “el kadar çocukları” hiç gözlerini kırpmaksızın kendileri asmıştılar.

Sol yayınlarını, Muzaffer Erdost’un işlettiği kitabevinden almak, alamadıklarımıza el sürmek yeterdi bize. Her okul çıkışı Cebeci’den Sakarya’ya yürümek, yeni çıkanlara bir göz atmak, ders çalışmaktan da rutin işlerdendi. Hayır, ordan bir kere bile kitap çalmadık. Bir tür kitapçılar-üstü bir yerdi ora, tüm örgütlerin taraftarları bunu sanki bilir, ortak gizli bir karar almışçasına, eski yazılı olmayan bir akde uyarcasına, herkes buna uygun davranırdı.

Bu küçük, sıcak, iki üç odadan ibaret kitabevinde neler yoktu ki. Dağların kuytusunda, derindeki vadilerde ya da kuş uçmaz uçurumların başında kurulmuş köylerden, mezralardan kopup gelmiş biz garibanlar için tam bir aydınlanma eviydi ora. Kapının hemen yanında renkli renkli dergilerin durduğu bir reyon vardı; tüm örgütlerin yayın organları -elleri havada Dev-Gençliler’inki- o köşeye asılırdı. Kapital oradaydı, en üstteki rafta -ve her öğrenci nedense sadece birinci cildini okurdu o zamanlar-, Devlet ve İhtilal yanında, Anti Duhring, İki Taktik, Sosyalizmin Alfabesi, Ne Yapmalı, Ulusal Sorun, Komünist Manifesto ve ötekiler, yan yanaydılar, omuz omuza. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao, Rosa Lüksemburg ve diğerleri. Bende kitap yazma isteğini, o raflara çıkacak ve benim halkımın hikayelerini içeren kitaplar yaratabileceğim düşüncesini, ilk ora doğurmuştur. Garibandık, uzaklardan gelmiştik, şehre, başkente, ışıklara, kırmızı ego otobüslerine, bakanlıklara, Cebeci’den yüzyıl uzakta taş parlamentoya, beyaz yurt odalarına, akla gelen her şeye yabancıydık, ama o küçücük kitabevi, girişinde Muzaffer Erdost’un durduğu o saklı mekân, bizde geçmişimizden ve geleceğimizden, cüssemizden ve hayallerimizden bile büyük umutlar yaratmıştır.

Bu kitabevinde satılan kitaplar, yalnızca bizim değil; o sıralar rutin bir halde devam eden polis operasyonlarının da gözdesiydiler, yasak kitap, örgüt mizanseninin en büyük tamamlayıcısıydı. Yakalanmış, şubede günlerce dövülmüş, aç kalmış, saçı sakalları uzamış halde gencecik çocuklar -yaşlarından çok büyük görünürlerdi-, o mutlu ve ferah kitapların serildiği bir demir masanın arkasında zorla ve sıralı şekilde ayakta tutulur ve bir anlık görüntü alınırdı.

Yasadışı marksist leninist bir örgütün çok sayıda üyesinin yakalandığının duyurulduğu bu haberlerin en renkli sahnesini, o bitap çocukların hemen önündeki kitaplar oluştururdu. Sonra birden o kitapların devri geçti, sosyalizm yıkılmıştı, bu kitaplara olan merak yavaş yavaş söndü, üniversiteye gidenlerin bile gündeminden çıktılar -bizim dağlardan, köylerden, vadilerden gelenler ortak bir dava kalmayınca ortada, kendi kimliklerinin peşine takıldılar o ara-. Bu tam otuz yıl sürdü, yeni liberalizmin cilası şu son bir kaç yılda döküldü, sosyalizm yeniden yükselmekte. Görürsünüz, o kırmızı, sarı, mavi ve yeşil ciltli kitaplar, yakında yeniden rafların en önünde yerlerini alırlar.

Ama bu otuz yılda da, Muzaffer Erdost, bildiği işi yaptı, yanıbaşında öldürülmüş kardeşinin acısını kalbine gömüp -ama adına da bir İlhan ekleyip-, kitaplar, dergiler, şiirler yazdı, bizim gibi -hiç tanımadığı- binlerce insana yazma, düşünme ve üretme umudunu zerketmeye devam etti.

Ve dün aniden öldü, biz hiç hazır değilken ve hiç kimse beklemeksizin elveda dedi. Geride bıraktığı çok büyük bir mirastır -kendinden evvelkilerden aldığı ve büyüttüğü bir miras bu-, renkli kapaklar içinde yazılı eski bir insanlık hikâyesidir. Hiç durmadan anlattığı -ve bu uğurda bir kardeşi elleriyle toprağa verdiği- hikâye, senin hikâyendir.