1990’lı yılların hengâmesi içinde bir Kürt köylüsünü çıkarmışlar hâkimin karşısına, hâkim kararını sözle ifade edip

“Gökkubbenin altında büyük bir keşmekeş var, vaziyet harika!”
                                                                                       Mao Ze Tung

1990’lı yılların hengâmesi içinde bir Kürt köylüsünü çıkarmışlar hâkimin karşısına, hâkim kararını sözle ifade edip, kâtibe yazdırırken; “yardım ve yataklıktan” üç sene dokuz ay hapsine, demiş. O esnada vatandaş ‘durun hâkim bey ciddi bir yanlışlık var. Vallahi ve de billahi ben yardım yaptım. Apoçiler (PKK’liler) köy yerinde evime geldiler yemek verdim. Ama yatak vermedim. Çünkü ben yoksul biriyim, benim ve çocuklarımın yatacağından başka yatağımız yok ki! Hem onlar da yatmak istemediler zaten. Bu nedenle cezanın yarısını verin. Sadece yardımdan, yataktan değil.’
İster istemez yakın günlerin en su kaldırır muhabbeti ve tartışmasında Başbakanlık eski Müsteşar Yardımcısı ve sonraları Mit Müsteşarı olan zatın PKK kurmay heyeti ile yaptığı “dostane” görüşmeleri dinledim / okudum. İşin siyasal art okumaları bir yana. En çok yardım yataklık hatta örgüt üyeliğinden yargılananları düşündüm. Yetmedi bir de “Sayın” mağdurlarını da düşünce durağımın içine dâhil ettim. Hatta tersten bir okumayla “Mit’çiyi” oraya gönderen siyasal ya da devlet iradesinin yasalara göre örgüt üyeliği suçunu bile işlemiş olabileceğinden hareketle! Devlet adına görüşüldüğü söylenen şahsiyetin işlediği suçun en hafifinden “yardım yataklık” suçu değil miydi? O halde ortada çarpık bir mevzu var. Ya bu yasalar çifte standartlı, istenilene göre işliyor. Örnek olayda görüldüğü gibi! Ya da terörle mücadele ve ceza yasalarının ilgili maddeleri artık işlememeli, en hafifinden biri emsal gösterip yasanın iptali için anayasa mahkemesine dava açsa hâkimler ne der, şimdiden merak konusu?
Tabi başbakana sorarsan yapıştırmış zati sözü; “Terörle mücadele, siyasetle müzakere”. İyi de, demezler mi tersini yapıyorsun iki gözüm! Siyaset yapan Kürt seçilmişlerini ha babam de babam içeri tıkıyorsun. “Terörist” dediklerinle de görüşüyor, ‘yetmez ama evet’  dercesine görüşmelerin devlet adına yapıldığını savunaduruyorsun!
Doğrusu bu “dil ve üslup” çözümün değil, çözümsüzlükte ısrarın dili. Barışın ve sivilliğin değil, basbayağı savaşın adeta askerin, polisin dili, güvenlik politikalarında ısrarın dili.
Televizyon kanallarında izledim başbakanı; gayet dalga geçer bir müstehzi gülüşle “Ben size dememiş miydim, meclise gelecekler diye” diyordu. Bu da koca bir ayıbın dili. Egemen, hükümranın buyurgan ve aşağılayıcı dili, küçümseyen, hor gören yanlışını savunmada ısrar eden muktedirin dili. Bu dil doğru bir dil değil. Yanlışta ısrarın dili. Çözümsüzlükte ısrar edildiği, sivil siyaset yapanlar içeri alındığı, seçilmiş vekiller bırakılmadığı için üç ay boyunca meclis boykotunda ısrar edenlere “meclise gelmelisiniz” diyeceksiniz. Gelmedikleri için her fırsatta dilediğiniz gibi eleştiri silahını kullanacaksınız. Siyasal tabanlarının kararına uyarak meclise gitme kararı verdiklerinde de “kendinize pay” çıkarıp “ben dememiş miydim?” diyeceksiniz. Bu da olmadı sayın başbakan.
Zizek’in bu günlerde harika bir kitabı çıktı: “Ahir Zamanlarda Yaşarken”*. Kitabı incelerken Çinlilerin, birine kızdıklarında “Dilerim Tuhaf Zamanlarda Yaşarsın” sözünü anımsadım. Zizek de sözü kitabın son bölümünde kullanmış zaten. Slavoj Zizek; günümüzde dünyayı tehdit eden ekolojik kriz, ekonomik sistemdeki dengesizlikler ve biyogenetik devrimin sonuçlarının yanında dördüncü şık olarak da çeşitli aralıklarla patlak veren toplumsal bölünmelerden söz eder. 
Zizek “Ahir Zamanlarda Yaşarken”i beş ana başlık altında kurgular; İnkâr, Öfke, Pazarlık, Depresyon ve Kabul. Buradan yola çıkarak vurgularsak 1925 takrir-i sükûn kanunu ile mecburi iskânlar ve devamı ile Türk’ün dışındaki diğer bütün halkları inkâr ve Türk varsayma paradigması uzunca bir süre gücünü korudu. Bu paradigmayı alaşağı etmek, büyük bedeller ödeme pahasına oldu. Şimdi yansıyan video görüntüleri dahil, bugünü; pazarlık ve pazarlığın siyasal erkin görünür aktörleri ve sokağa yansıyan yüzleri üzerinden depresyon ve nöronal travma halini yaşıyoruz. Zordur bilirim; “yok” dediğinizle amiyane tabiriyle pazarlık ya da müzakere yapmak. Ama oluru budur. Dünya örnekleriyle doludur. Kabul de olacak, hiç kuşkunuz olmasın. Hem kabul aşamasına gelmek bütün bu sürecin amentüsüdür.
Hiç boşuna son bir çare olarak bölgeden lojistik destek kıtası kabilinden “Müslüman Kürt” kardeşlerinizden Kürt siyasal hareketine savaş açma umudu beklemeyin. Hem onlar kimlerle kardeş olduklarını bilirler. Daha dün İslamı, hayat tarzlarının odağına yerleştiren Kürtler Diyarbakır’da bir dernek kurdu. Davetliydim, izledim, dinledim. İsimlerini Ehmedê Xanî’den, fikriyatlarını ise Bediüzzaman Seîdê Kurdî’den alarak Nûbihar Eğitim ve Kültür Derneği’nin kuruluşunu deklere ettiler. Hem de Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin resepsiyon salonunda ve açılış konuşmasını Belediye Başkanı Osman Baydemir’e yaptırarak. Kürdü Kürde kırdırtma söyleminin dillendirildiği gün ölmesi, sanırım bu örneğe delalet ediyordu.
Zizek’in 590 sayfalık Ahir Zamanlarda Yaşarken kitabını üzerine oturttuğu felsefik altyapıya uygun okumaya niyetiniz yoksa tokat gibi inecektir sözleri suratınıza; “İlginç zamanlara hoş geldiniz!”
*Zizek, Slavoj, Ahir Zamanlarda Yaşarken, Metis Yayınları, Eylül 2011, İstanbul.