Latife Tekin’in Manves City’de dediği gibi, “fakirin evi olmaz, yuvası olur.” Yuvası olanın da göğü olur, yuvası göğü olur, göğü aşk olur. Heves ile bir olunca bazen de yer gök aşk olur, gönlümüzü aşk doldurur, aşkla bahçeler bağlar kurulur

Narbahçe

-Nar’a ve Nar’ın annesine-

İnsan, dünyadaki günlerini hep bir yurtsama içinde geçiriyor sanki. Çoğu zaman da bilmediği bir sıla özlemiyle. Kim bilir belki de dünyaya kayıp yakınlarımızı aramak için gelmişizdir. Aşk da öyle değil midir, insan sanki çok zaman önce yitirdiği birini bulmuş gibi olur.


Arayan bulurmuş! Ama bulmak bir sonuç yalnızca ve hayat sonuçlarla yaşanmıyor. Aslına bakarsanız sonuç diye bir şey de yok. Çünkü son yok. Bunu görmek için insan yetersiz geliyorsa doğaya bakın. Durmadan devinen, kendini yenileyen, toprağından sebzesi, ağacından çiçeği, dalından meyvesi eksik olmayan doğaya. Michel Foucault , insanın, nihai hedefinin kendini bir ‘sanat yapıtı’na dönüştürmek olması gerektiğini söylemişti. Bunu yaparken de yüzünü, içini, yönünü, aklını doğaya çevirmeli...

Demesi kolay! Aşka, sanata, doğaya dair güzel, hisli, dokunaklı, fiyakalı cümleler kurmak iyi de, buna uygun yaşamak çok zor! Niye? Çünkü dünya diye yakında ‘duragan’ olacak bir gezegen var ve biz orada yaşadığımızı sanıyor ya da yaşamaya çalışıyoruz. Haliyle de uyduruyoruz!

Uydurmak mı, nasıl? diyenler olabilir. Yazı buraya kadar yarı uykulu sözcükler, gözkapakları ha düştü ha düşecek cümleler ve insanı fena halde esnetecek, uykusu yoksa da getirecek sözümona felsefi birtakım saptamalarla ilerlerken, ‘uyandırma servisi’ de sayılabilecek ‘uydurma’ bahsine gelince, sanırım görevini de yerine getirmiş oluyor.

Öyle ya, dünyaya uyumaya mı geldik? Hadi uyanın! Büyük uykuya varmadan iyi-kötü bir dünya var, bu dünyada rüya görmek var, “rüyalar gerçek olsa!” diye çalışıp eylemek var, kısacası diyelim, dünya bir yan gelip yatma yeri değildir, hele aşk, aşk hiç değildir! Mülkümüz de değildir! Ne aşk mülkün temeli ne mülk aşkın temelidir, adaletin mümkün temeli olduğu yazar mahkeme salonlarında, ama orada yazmayan bir şey daha vardır ve Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’de demiştir: “Adalet dünyanın çatısıdır.”

Öyleyse, aşk da göğümüzdür. Aşkla kanat açar, büyür, yükselir, uçmaya başlarız. Göğü gezeriz, göğü geçtiğimiz de olur. İster göğbakışı diyelim ister gönülbakışı, aşkın bize bir bakışı vardır. Bazen onunla dünyaya bakılır, kuşbakışı. “Ölümün herkese bir bakışı vardır” da aşkın olmaz mı? Denizler, ırmaklar, sular, göğün yeryüzü halleriyse, bahçeler, ağaçlar, otlar, bitkiler, çiçekler de doğanın aşk halleridir. Ve göğünü, gönlünü doğaya açan herkese, bu aşktan bir bahçe, bir meyve düşer. Bir fidan dikmek, bir ağaç büyütmek, bir bahçe olmak da tıpkı bir çocuk yetiştirmek, onunla hem çocuk olmak hem de büyümek gibi uzun, zorlu bir yolculuktur. Bazen geç kaldığınızı hisseder ve acele edersiniz, ama doğanın saati başka. Biz bilmesek de o bizim için çalışır ve gerçek zamanımız odur.

Gökten üç elma düştü! demek masalın sonunu göstermez bence, tersine, aşkı, aşkın filizlendiğini gösterir, ki asıl o elmalar düştükten sonra görün şenliği! Gökten düşen o elmalar ne olur peki? Dediğim gibi masalın aslı da odur, aşk da onun düştüğü yerdir, andır, düştüğü kalptir, kalplerdir. Hevestir.

Heves ile bir olunca göğden düşen elma bazen sır olur, bazen yol olur, bazen har olur, bazen nar olur. Latife Tekin’in Manves City’de dediği gibi, “fakirin evi olmaz, yuvası olur.” Yuvası olanın da göğü olur, yuvası göğü olur, göğü aşk olur.

Heves ile bir olunca bazen de yer gök aşk olur, gönlümüzü aşk doldurur, aşkla bahçeler bağlar kurulur.

Dünya bir bahçedir ama mülk edinme, sahip olma, öne geçme, ele geçirme, yönetme tutkusu, büyük balık-küçük balık, güçlü olma, toprak edinme, fetih, işgal, üretim araçlarına, suya, dereye el koyma, sınıflar derken, büyük kırları, yıldızlı bahçeleri bırakıp kendimize çekilmeye, içimize kapanmaya başladık. Ve bu hiç bitmedi. Sürüyor. Şimdi dünya azaldıkça yavaş yavaş bahçelere, kırlara, başlangıca dönme zamanının geldiğini düşünenler, göğü düşleyenler, yeryüzünü de göğünyüzü gibi düşünüp düşleyenler çıkmaya başladı. “Çok alametler belirdi vakit tamamdır”a daha çooooook var ama, ondan önce de aşk var, bahçe var, nar var!

Üzümün şaraptan, sarhoşluğunsa ikisinden de önce olması gibi, nar da bahçeden önceymiş meğer! Gökten elmanın düştüğü yer bazen aşk olurmuş, adı da nar olurmuş. Bizim, daha doğrusu hevesimizin bahtına, payına düşen elma da nar oldu, geldi ve bahçeyi kurdu. İdil’le ikimiz evdik, Nar geldi, üçümüz bahçe olduk. Narbahçe olduk. Aşkın bahçesine çıktık. Aşka çıktık.

Aşk, doğamızdır, doğa aşktır ve insan aslında yitirdiği bir şeyi aramak için yaşar. Doğamızı yitirdik ve onu arıyoruz dünyada, aşk bu arayışın adıdır, aşk, yaşamaktır. Ne evlere sığar ne odalara, bağlar, bahçeler, nehirler, dağlar, denizler, yıldızlar, güneşler, bulutlar, yağmurlar, hepsi doğanın aşkla eyledikleridir.

Biz bahçeye Nar’la çıktık, onunla yeniden doğduk, tazelendik, yenilendik, nefes olduk, aşk olduk. Gökten bir Nar düşmüş, içinden bin bahçe kurulmuş, bu yazıyı okuyanlara, okumayanlara, arayanlara, bulmanın son olmadığını bilenlere, hep arayıp ilk kez gibi bulanlara, hevesle bir olanlara, bahçemizin Nar’ına ve Nar’ın annesine, bahçemizin sevgilisi İdil’e aşk olsun!