Geçen hafta Radikal’de Tuğrul Eryılmaz’ın Ahmet İnsel ve arkadaşlarıyla yaptığı bir röportaj yayınlandı. Söyleşide İnsel alakasız bir

Geçen hafta Radikal’de Tuğrul Eryılmaz’ın Ahmet İnsel ve arkadaşlarıyla yaptığı bir röportaj yayınlandı. Söyleşide İnsel alakasız bir şekilde “Dev-Yolcular cemaat kuralları adına böyle davranabilirler. Bizim ilkelerimiz vardır. Anlatabiliyor muyum?” gibisinden bir şeyler demişti. Sahi nasıldı o çocuk oyunu? “Önümüze gelene bir tekme!”
Oysa bizim toplulukta cemaat ilişkisi filan yoktur ve kesinlikle “ağabeyin” lafının üzerine laf edilir. Kendi payıma bunun örneklerinden birisiyimdir, Oğuz abiyle (Müftüoğlu) sürekli didişmişimdir. Ancak Oğuz abinin Perşembe gecesi NTV’deki mükemmel performansı ve dile getirdiği görüşler karşısında gurur duymaktan öte ne denebilir ki be kardeşim. Oğuz abi, cümlemize moral veren dik duruşuyla şöyle haykırıyordu:
“12 Eylül darbesine karşı mücadele eden topluluğun bir bireyi olarak kendimi 12 Eylül mağduru olarak görmüyorum. Türkiye'nin o günkü mevcut düzenine karşı, o faşist diktatörlüğe karşı mücadele ettik, onun bir bedeli varsa bunu ödedik. Ölenlerimiz de ödedi canlarıyla, cezaevlerinde işkencelerle ödedik. Burda bir mağduriyet söz konusu değildir. Biz 12 Eylül'ün muhatabıyız.”
Peki ama bu konuyu neden yazdım, ben de bilemedim! Belki de narkoz etkisidir. Efendim üzerinize afiyet beş gün önce bir ameliyat (daha!) geçirdim. Bu yazıyı yazabildiğime göre, demek ki iyiyim (bu vesileyle arayıp soran tüm dostlarıma da cümleten teşekkür ederim).
İşte böyle narkozlu bir şekilde memlekette olup bitenleri de izlemekteyim. Tahlil mahlil yapacak mecalim yok. Sadece şunları söyleyebilirim: Hani kibar olsun diye “şeyini çıkardı” demezler de “suyunu çıkardı” derler ya, bunlar hepten siyasetin suyunu çıkardı. Sulu gözle mağduriyet taslamaktan ve bundan nemalanmaktan hiç vazgeçmiyorlar. Topyekûn ağlama seansındalar. Obama’yı dinlerken, Erdoğan açılım yaparken ağlayanlar da vardı nitekim. Yani tam bir “cambaza bak” oyunu oynanıyor. Asıl dertlerinin yüksek yargı kuruluşları olduğunu cümle âlem biliyor. Ama onlar “bak bak 12 Eylül’den hesap soruyoruz, sadece ona bak” diyor ve iş bitiriyorlar. Bu arada iyi ki daha başlangıçta “12 Eylül’de 2 kere hayır” demişiz, yoksa piyasa siyasetinin “evet mi hayır mı” şarkısına biz de eşlik etmiş olacakmışız. Erdoğan dün Adıyaman’da muhalefete ‘edep yahu’ diye bağırdı. Velhasıl bu yüzden de AKP gözünde haliyle edep-erkân tanımayan bir durumdayız, “edepli solcular” gibi evet demediğimizden…
Narkoz’un bir de hafıza tazeleyici yönü var belli ki… Pazar sabahı Hürriyet’te Soner Yalçın’ın yazısını okurken bakın neleri hatırladım.  Ha, okumamış olabilirsiniz diye elbette önce onun yazdıklarını aktarmalıyım:
“Tarih 10 Temmuz 1977.  Ankara İsmetpaşa Mahallesi’ndeki genellikle sağ görüşlülerin gittiği Güneyli Kahvehanesi dışarıdan silahla tarandı. Kahvedeki Mehmet Ali Gözleme ve Sıtkı Aydın öldü. Kısa bir süre sonra Ankara Telsizler semtindeki bir eve yapılan baskında Necdet Adalı ve Kemal Ergin yakalandı. İlginçtir, olaya adı karışan Aslan Törer de, nasıl oluyorsa idam cezası alacağını bile bile kendi ayağıyla polise gidip teslim oldu! İşin bamteli de burası. Çünkü bu Aslan Törer hayli ilginç bir kişi. Necdet Adalı mahkemede hep aynı sözleri tekrarladı: ‘O gece Aslan Törer bizi kahvehanenin önüne götürdü. O birden ateş etmeye başlayınca heyecanlandık, tabancalarımızı çektik; biz havaya ateş ederken, Aslan Törer içeriyi tarıyordu.’ Kemal Ergin’in de ifadesi aynıydı, Aslan Törer tarafından kullanıldıklarını söyledi. Polise gidip teslim olan Aslan Törer, mahkemede nasıl ifade verdi biliyor musunuz, ‘Ben MİT ajanıyım!’ Mahkeme MİT’ten bilgi istedi. MİT ‘Aslan Törer adında bir elemanımız yoktur’ dedi. Keza polise de soruldu; onlar da aynı yanıtı verdi. Aslan Törer MİT ya da polis ajanı mıydı? Yoksa adını bilmediği bir başka istihbarat örgütüne mi çalışıyordu? Kimdi bunlar? Öğrenilemedi. Tek bilinen bir ara Devrimci Yol’dan polisle işbirliği yaptığı kuşkusuyla kovulduğuydu. Sonuçta 2 Ekim 1979’da Sıkıyönetim Mahkemesi, Necdet Adalı ve Kemal Ergin hakkında idam cezası verdi. Kendiliğinden teslim olduğu, samimi itiraflarda bulunduğu ve iyi halden dolayı Aslan Törer ömür boyu hapse mahkûm edildi. Aslan Törer bir süre cezaevinde yattıktan sonra çıkıp kayıplara karıştı.”
Yıl 1974. Henüz 21 yaşındayım. Aralarında Aslan Terör’ün de bulunduğu beş altı arkadaş Altındağ’da bir dernekte “eğitim çalışması” yapıyorduk, yani birlikte kitap okuyorduk! Bir ara Aslan dernekten dışarı çıktı, kısa süre sonra polis derneği bastı ve bizleri yasak yayın bulundurmaktan dolayı gözaltına aldı. Aslan Törer’e mim koyduk, izledik ve acayip ilişkilerini tespit edip çevremizden uzaklaştırdık. O da gitti “rakibimiz” olan Kurtuluşçulara katıldı. Kurtuluş’tan arkadaşları uyardığımızı çok iyi hatırlıyorum. Birçok karışık işlerin ardından meydana gelen Soner’in aktardığı olayları da hatırlıyorum. Sonra 12 Eylül oldu. İstanbul’da bir çay bahçesine gitmiştim, baktım Aslan orada garsonluk yapıyor. Birbirimizi tanımazlıktan geldik. Elbette ben ihbar edeceği kuşkusuyla, kendimce takibe uğramamak için bazı tedbirler aldım ve kaldığım eve epey dolambaçlı yollardan gittim. Birkaç gün sonra gazetede onun teslim olduğunu okudum. Ve hemen ardından polis de evime baskın yaptı. Tahminim şudur ki beni ihbar ederek kendisini ispatlamıştı, böylece hemen itirafçı olmuş, 12 Eylülcülerle işbirliği yapmıştı. Yıllar sonra bizim mahkemeye de itirafçı olarak geldi, 1974 yılında birlikte çektirdiğimiz fotoğrafları örgüt üyeliği delili olarak gösteriyordu. Bu fotoğraflar dosyada duruyordur, kaybolmadıysa…
Ben hastanedeyken Başbakan meğer Aslan Törer’in taradığı kahvehane yüzünden idam edilen devrimci Necdet Adalı için de gözyaşı dökmüş; kurnaz adam vesselam, gözyaşının ve mağduriyetin de seçmen üzerinde narkoz etkisi yarattığını iyi biliyor. Ama unutulmasın ki bir de “anestezik farkındalık” var! Sahte ağıtlara eşlik edip gözyaşı döken evet’çilere bunu da hatırlatayım dedim.