H. Tuğça ŞENER

2001 yılında bölüm birincisi olarak girdiğim Ankara Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümünden 2005 yılında, bir dönem gecikmeli olarak mezun olduğumda, çoktan özel öğrenci olarak yüksek lisans dersleri almaya başlamış ve hatta birçok yüksek lisans öğrencisinden daha yüksek notlarla geçmiştim o dersleri. Yüksek lisans tez konumu belirlemiş, üzerinde çalışmaya ve akademik ortamlarda sunmaya da başlamıştım. Gel gör ki rakibiyle değil de kendisiyle çalışmamı isteyen hocaya tamam deyip emeklerimi ve ideallerimi kenara bırakmadığım için, hali hazırda yarısını tamamlamış olduğum yüksek lisansa kabul edilmedim. Yüksek lisans mülakatlarının sonucunu öğrendiğimde, evden öyle bir hışımla çıktım ki, hatırladığım tek şey elime pasaportumu aldığımdı. Pasaportu aldım, apartmandan çıktım, haldır huldur metro durağına yürürken annemi aradım, durumu anlattım ve "Konur’da buluşalım" dedim.

O zaman, hayatında yurtdışı deneyimi 10 günden ibaret, sadece 1 kere yurtdışına çıkmış bir genç yetişkindim. Ne yazık ki İstiklal Marşı söylenirken gözyaşlarını tutamayacak kadar vatansever ve hatta militarist bu kadını, o haberi aldığı esnada gözünden akan gözyaşları gibi, damla damla eritmiş, bezdirmiş ve nefessiz bırakmışlardı. O günden bu güne,

15 yıldan fazla zaman geçti. O günden 19 ay sonra ben başka bir ülkeye taşındım ve 10 yıldan fazladır da ikametim Türkiye değil. Çünkü Türkiye bana nefes alma imkânı tanımadı.

***

Yaptığınız meslek sizin için sadece para kazanma aracı olabilir. Ben ilkokul yıllığında bile "büyüyünce astronom olmak isteyen..." yazan bir çocuktum. Ezberlemeden önce çarpım tablosunu kontrol eden 7 yaşındaki Tuğça ile, 19 yaşında kırtasiyedeki en büyük boy kağıt ne ise onu alıp koşa koşa eve giderek gezegenlerin yörüngelerini illa ki çizip de görmeye heves eden aynı Tuğça. Benim için bilim yapmak, adalet ve özgürlük, kutsal bir din kadar derin. Bana, ‘‘Sorgulama, kabul et’’ denildi, ‘‘Ya benimsin ya toprağın’’ denildi, ‘‘Her yerde fikrini belirtmesen daha iyi olacak’’ denildi. Bana, sana burada nefes aldırtmayız denildi ve üstelik tüm bunlar bana kendimi en güvende ve en ait hissettiğim zamanda denildi.

Bunların hemen üstüne, 9 ay sonra, Kayseri gibi mutaassıp bir şehirde, hem de üniversite kampüsü içinde tecavüze kalkıştı iki tane serseri. Akademiye sarsılan inancımın üstüne topluma olan güvenim de yerle bir oldu. Kayseri’deydim, ramazan ayındaydık, üniversite kampüsü içindeydim ve hatta açık saçık giyinmediğim gibi başım bile açık değildi sanki açık olsa bir mazeret vermeye hazırmışım gibi aklımdan bunlar geçmişti. İnsanın iyi olduğuna dair o derin kabul, en temelden sarsıldı.

2007’de memleketimden ayrılırken hiç de "Oh be gidiyorum da kurtuluyorum" demiyordum. Uçak Köln’e doğru havalandığında ağladığımın belki yüz katı sevinç duymuştum ondan 4 ay sonra ailemi ilk ziyaretim için Türkiye’ye vardığımda. Hayatımda ilk defa toprağı öpmek gelmişti içimden. Böyle anlatınca ne kadar da arabesk, değil mi?

‘‘Bu kadar seviyordunsa neden gittin?’’ diyenler var mı hala? Türkiye sarhoş bir koca gibi. İçtiğinde sağı solu belli olmuyor. Beni ne zaman öldüreceğini, şakacıktan boğazıma bastığı dirseğini hangi gün çekmeyeceğini bilemiyorum.

***

Geçtiğimiz 20 günde İstanbul, Ankara, Bursa ve Kayseri’de Türkiye’nin dört bir yanındaki temel bilimler ve mühendislik fakültesi öğrencileriyle bir araya geldim. Bir etkinlikte 36 saat boyunca 3 farklı uzay mühendisliği problemi çözmeye çalıştılar, başka bir etkinlikte veri madenciliğinin astronomiye uygulanması üzerine konuştuk. Eften püften konular değil Türkiye’nin geleceğini inşa edecek alanlarda ilgisi ve bilgisi olan gençler vardı etrafımda. Hepsinin istisnasız ortak özelliği umutsuzluk, ortak sorusu yurtdışına gitme yolları.

Geçtiğimiz ay Akdeniz Üniversitesi’nde 4 öğrencinin intihar ettiği haberi tabii ki ana akım medyada değil sosyal medyada duyuldu. Daha sonra üniversite kampüsünden alınan duyumlar bu sayının aslında 4 değil 10 olduğu ve bunların duyulmaması için herkese büyük bir baskı yapıldığı yönünde oldu. Polis, savcı ya da hâkim olmadığım, benim yapacağım araştırmaların ne derece güvenilir ve doğru olacağını bilemeyeceğim için, bu duyumların ne kadar doğru olduğuna dair bir karara varamam. Gerekeni ilgili merciler zaten yapacaktır. Benim takıldığım nokta biraz daha başka, biraz daha büyük resme ait: tüm bu söylentilerin doğru olma ihtimaline ne kadar meyilli olduğumuz. Eskiden “Şu üniversitede gençler sebebi henüz bilinmeyen bir nedenle intihar ediyor, üstelik son bir kaç aydaki intihar sayısı 10’u buldu” denilse “Hadi oradan, amma attın!” derdik. Bugün “Sebebi neymiş?” diyoruz, “Kimmiş bunların ardındaki” diye soruyoruz. İlk tepkimiz “Yok daha neler!” olmuyor.

Söylentiler arasında rektörlük önünde halay çeken Kürt çocukların kampüs dışından gelen bir grup tarafından çembere alındığı, içlerinden birinin önce dövüldüğü sonra da bıçaklanarak öldürüldüğü ve fakat haberinin kampüs dışına sızdırılmaması için baskı yapıldığı da var. Ne kadar doğru, bilmiyorum. Bildiğim, bu söylentiyi duyanların “Olmaz öyle şey!” demediği.

Bir yanda ölen, öldürülen, giden ve gitmeyi hedefleyen üniversite gençliği; diğer yanda, daha dün üniversite sınavına girmiş taptaze bir nesil. İşin daha da üzücü yanı şu ki, bir araya geldiğim liselilerin soruları da aynı: Nasıl gideriz?