İspanya’nın Başkenti Madrid’de 28-30 Haziran tarihlerinde yapılan Kuzey Atlantik Paktı’nın (NATO) 32’nci Zirvesi, -hazırlık niteliğindeki 2003 Prag Zirvesi’ni saymazsak- 2004 İstanbul toplantılarını birbirini tamamlayıcı tek operasyon olarak ele alırsak, bu emperyalist paktın Soğuk Savaş sonrasındaki en önemli ikinci zirvesi olarak değerlendirilebilir.

Önemli çünkü NATO’nun 2004 İstanbul Zirvesi’nde belirlenen Soğuk Savaş sonrası yeni konsepti, -ki Doğu’ya doğru genişleme kararı alınmış ve Türkiye ittifakın merkez üssü kabul edilmişti- Madrid’de değiştirildi. Peki, 2004 İstanbul Zirvesi’nde ne olmuştu? Bugün olan biteni anlamak için kısaca anımsatmakta yarar var.

NATO’nun 28-29 Haziran 2004 tarihlerinde yapılan İstanbul zirvesinde, ittifakın kuruluşundan sonraki yeniden yapılandırılma yönündeki en önemli adımının atıldığı söylenebilir. Yeni tehdit değerlendirmesinin kabul edildiği bu zirvede, eski NATO bir anlamda tarihe havale edildi. Yeni NATO, Soğuk Savaş döneminde sahip olduğu Avrupa merkezli savunma konseptini değiştirerek, bir dönüşüm sürecine girdi. NATO artık bir “savunma” örgütü olarak değil, dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkacak “tehditlere” karşı bir “müdahale örgütü” diye tanımlanıyordu.

TÜRKİYE VE NATO’NUN YÖNELİMİ

Bu nedenle İstanbul Zirvesi’nde belirlenen yeni tehdit, beklenebileceği gibi "küresel terör" olarak saptandı. New York’taki ikiz kulelere yönelik 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Washington'ın ve Batı’nın politik terminolojisine göre "küresel terör" ile "radikal İslamcılık" hemen hemen aynı anlama geliyordu. Bu bakış daha sonra “ılımlı İslamcılık” ve “Büyük Ortadoğu Projesi” adları verilecek, İslam dünyasına yönelik yeni doktrinin de gerekçesini oluşturacaktı. Bu stratejik emperyalist planlama, Türkiye’de AKP’nin iktidara getirilmesinin de yolunu açacaktı.

Böylece NATO'nun, söz konusu tehdidin alanı ve üssü kabul edilen coğrafyaya, yani Doğu'ya ve Güney'e doğru genişlemesi de İstanbul Zirvesi’nde kabul edilmiş oldu. NATO'nun yenilenen tanımına, konumlanmasına ve tehdit algılamasına göre, Türkiye'nin ittifak içindeki yeri de yeniden belirlendi. Türkiye artık terörle mücadelede "cephe ülkesi" ya da "merkez üs" olarak görev yapacaktı. Bir anlamda Soğuk Savaş döneminde Almanya'nın üstlendiği rol, stratejik değeri teyit edilerek bu dönemde Türkiye'ye biçildi. İşte AKP bütün bu emperyalist siyaset planlamasına daha kuruluş aşamasında “evet” dediği için iktidara getirilmişti.

Dönemin NATO Genel Sekreter Yardımcısı Jamie Shea, o günlerde Cumhuriyet gazetesinden Nilgün Cerrahoğlu'nun sorularını yanıtlarken, zirvenin Türkiye’de toplanma nedeni olarak, "İstanbul pek çok anlamda NATO'nun gittiği yeni yönü simgeliyor" diyordu.

"Avrupa'ya yoğunlaşan 'Soğuk Savaş NATO'su ile artık Kafkaslara ve Orta Asya'ya uzanan, tehdit ve meydan okumalara daha global yaklaşan, Afganistan'da olan, Irak'ta rol almaya hazırlanan, Akdeniz ve Ortadoğu'da işbirliği ve yeni inisiyatifler başlatan 'yeni NATO' arasında bir köprü İstanbul. İttifak faaliyetlerinin yeni merkez üssü İstanbul" (Cumhuriyet, 30.6.2004).

MADRİD VE NATO’NUN YENİ YÖNÜ

Madrid Zirvesi’nde NATO’nun 2030 yılına kadar geçerli olacak ‘Stratejik Konsept’nin ilan edilmesiyle, dünyada değişen güç dengelerine bağlı olarak yeni tehdit değerlendirmesi de yapıldı ve buna uygun yapılandırma kararları alındı. NATO’nun “Doğu’ya doğru genişleme” siyaseti sürdürülecek, ama yayılacağı alanın sınırları da Asya-Pasifik bölgesine kadar genişletilecekti.

NATO’nun 2010 Lizbon toplantısında, “dış ortak”, dolayısıyla bir anlamda “dost” olarak tanımlanan Rusya, Madrid’de tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, resmen “düşman” ilan edildi. Gerekçe, beklenebileceği gibi Ukrayna Savaşı ve bu savaşın yol açtığı tahıl ve enerji kriziydi. Zirvenin diğer ve belki ilkinden daha önemli kararı ise, Çin’in de NATO’nun “çıkar ve güvenliğini tehdit eden” hasım olarak belirlenmesiydi.

Böylelikle NATO ilk kez, Avrupa, Yakın ve Orta Doğu’nun ötesine uzanan geniş bir bölgeyi, neredeyse gezegenin tamamını “çıkar alanı” ilan ediyordu. İlk kez Çin, NATO’nun mücadele edeceği bir ülke olarak tanımlanıyordu. Dünyanın ekonomik, teknolojik, siyasal ve askeri bakımdan yükselen bir gücü olan Çin, ABD tarafından NATO eliyle bloke edilmek isteniyordu.

Dolayısıyla; ahlaki, siyasal ve tarihsel bakımdan varlık gerekçesi kalmayan; Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku dağıldığı halde, sosyalizm fikriyle kavga etmeyi sürdüren NATO’nun, Madrid Zirvesi’den çıkan iki önemli sonuç vardı: Birincisi; “Doğu’ya doğru genişleme” siyasetinin Asya Pasifik’e kadar genişleyeceğinin işaretinin verilmesiydi. İkincisi ise; Rusya’nın yeniden “düşman” ilan edilmesiydi.

Her iki kararın da yakın gelecekte Türkiye’yi de yakından etkileyecek sonuçları olacaktır.

NATO’YA ÜYELİK VE TÜRKİYE

Diğer taraftan, Türkiye’de yandaş basın tarafından “zafer” diye sunulan, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerinin kabulü ve AKP lideri Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla gerçekleştirdiği büyük “çark etme” tutumu ise tam bir fiyaskoya işaret ediyor. Nitekim Batı basınında çıkan bütün değerlendirmeler de bu yönde. İktidar dinamiklerini ve rezervlerini içeride ve dışarıda tüketen AKP iktidarının zaten NATO’nun Doğu’ya doğru genişleme siyasetine direnmesi beklenmiyordu. Ancak, yapılan yorumlardan anlaşıldığına göre, Batılılar yine de Erdoğan’ın bu kadar hızlı çark edip, tezlerini bu kadar kolayca geri çekebileceğini beklemiyordu.

Bu anlamda, Türkiye için NATO Zirvesi kapsamında iki önemli gelişmeden söz edilebilir. Birincisi; hiçbir gerçek karşılık almadan Erdoğan’ın İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine ilişkin vetoyu geri çekerek, ittifakın bir dünya savaşına yol açabilecek “Doğu’ya doğru genişleme” siyasetinin önünü açmasıdır. Oysa hangi gerekçeyle olursa olsun, Türkiye’nin elinde böyle bir felakete gidecek yolu kesme fırsatı vardı. Bunu yapamadı. Erdoğan-AKP yönetiminden böyle stratejik bir adım atmasını beklemek zaten mümkün değildi. Erdoğan’ın bütün derdi iktidarını uzatacak bir diplomasiden ibaretti.

İkincisi ise, ABD Devlet Başkanı Joe Biden’ın, Erdoğan ile yaptığı görüşmeden sonra yaptığı açıklamada, "Türkiye’ye F-16 satmalıyız. Bunun tersi çıkarımıza değil, ama Kongre’nin onay vermesi lazım" ifadeleriyle gündeme getirdiği yeni durumdur. Yani bu konuda da Erdoğan yönetimi somut bir kazanım elde edemedi. Çünkü Biden daha önce de benzer ifadelerle durumu değerlendirmiş, ancak Kongre’den olumlu bir karar çıkmamıştı.

Erdoğan yönetiminin NATO’nun yeni yönelimine verdiği destek, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile ilişkilerini olumsuz yönde etkileyecektir. Nitekim, Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta düzenlenen 6. Hazar Denizi Ülkeleri Liderler Zirvesi’nden sonra bir açıklama yapan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, NATO’yu “Soğuk Savaş kalıntısı bir örgüt” diye nitelendirdi. İttifakın, “ABD çıkarlarını koruyan aparat” olduğunu da belirten Putin, Finlandiya ve İsveç’in yeni üye olarak kabulünü nedeniyle hem bu ülkeleri ve hem de NATO’yu tehdit etti.

Bu tehdidin “palavra” olmadığını, dünyanın yeni ve tehlikeli bir döneme girdiğini söyleyelim. Emperyalist bir saldırı ve savaş örgütü niteliğini belirginleştiren NATO, hepimizin gözleri önünde gezegenin sonunu getirebilecek bir cinayet işlemeye hazırlanıyor. Tıpkı Gabriel Garcia Marquez’in o büyük ve ölümsüz romanı “Kırmızı Pazartesi” de olduğu gibi… Liberal ahmakların, yer yer solculuk adına yaptıkları gibi, NATO’ya katılmak bağımsız bir ülkenin özgür kararı değil, katılım süreci nasıl olursa olsun bir cinayet örgütüne katılmaktır. Suç ortaklığıdır. Bu nedenle, Türkiye NATO’dan çıkmalı, bu savaş örgütü derhal dağıtılmalıdır.