Fotoğraf tarihinin çok önemli örneklerinden birinde, bir sinema gişesinin önünde kuyruğa girmiş bekleyen siyahi insanlar görüyoruz. Yıl 1941, yani 1929 ekonomik buhranının feci...

Fotoğraf tarihinin çok önemli örneklerinden birinde, bir sinema gişesinin önünde kuyruğa girmiş bekleyen siyahi insanlar görüyoruz. Yıl 1941, yani 1929 ekonomik buhranının feci ortamından henüz çıkılıyor. ‘Amerikan rüyası’nın yeniden inşa edildiği bu dönemin fotoğraflarında en çok görülen kavramlar sefalet ve umutsuzluktur aslında, oysa bu fotoğraf çok farklı: Her biri son derece şık giyinmiş insanlar görüyoruz. Henüz seçme ve seçilme hakları yok, üniversiteye gidemiyorlar, iyi işlerde çalışamıyorlar; kölelikten kurtulalı henüz yüz yıl bile olmamış ve hem sınıfsal hem de ırksal çelişkiler bağlamında toplumun en sefil kesimini oluşturuyorlar. Ama sinema gişesinin önünde hem çok şıklar, hem de yüzlerindeki ifadeden anlaşıldığı kadarıyla mutlular. Mutlular, çünkü biraz sonra çok özel bir ritüelin parçası olacak ve ‘Plato’nun mağarası’nda duvara düşen gölgelerine bakan insanlar gibi karşılarındaki beyaz perdeye düşen büyülü gölgelere, ‘büyülü fener’in (laterna magica) gösterdiği hayatlara bakacaklar.

Bugün sinemalar artık büyülü fener olmaktan çıkmış, alışveriş merkezlerinin (AVM) bir parçası olmuş durumda. Böylece ‘film seyretmek’ de, fotoğraftaki ritüelin tersine, alışveriş yapmanın adımlarından birine dönüşüyor: Biraz alışveriş yapar, bir film izler, yemek yer, biraz daha alışveriş yapar ve evinize dönersiniz. Bu arada hem perdenin hem de o perdede olup bitenlerin anlamı değişmeye, belli bir oranda kaybolmaya başlamıştır; çünkü sinema salonu artık AVMnin mağazalarından biridir sadece... Film izleyeceğiniz ‘mağaza’ya doğru yürürken önünden geçtiğiniz her vitrin, biraz sonra seyredeceğiniz filme yaklaşımınızı belirleyecektir. Filmi izledikten sonra sizi karşılayan vitrin ışıkları da öyle… Böylece film izlemek kültürel bir etkinlik olmaktan çıkmaya, içeriğinden bağımsız olarak salt bir tüketim nesnesine dönüşmeye başlar. Ya da şöyle diyelim, ancak ‘alışveriş kadar kültür’ olur... Gerçi sinema, kolayca kurduğu özdeşleşme mekanizması sayesinde seyircisini yine ağlatır, korkutur, heyecanlandırır, güldürür ama şuna emin olabilirsiniz: Emek Sineması'ndaki özdeşleşmeyle yeni yapılacak Topçu Kışlası AVMnin salonundaki özdeşleşme arasında mutlaka fark olacaktır.

Bunun sinemaya –film izleme eylemine- epey romantik bir yaklaşım olduğunun farkındayım. Ama sanki bu romantizmi koruyamazsak başka hiçbir şeyi koruyamayacakmışız gibi geliyor bana... Mesela Emek Sineması da muhteşem iç mimarisinden ziyade asıl bu nedenle önemliydi.

Şimdi diyelim ki ölüm oruçları ve açlık grevleriyle ilgili bir film gösterime giriyor. Yeni Türkiye’nin yeni yapılanması gereği filmi büyük olasılıkla pırıl pırıl aydınlatılmış, iyi havalandırılan bir tüketim tapınağında, salona ancak kapılarından sizi içeri çekecek kokular yayılan mağazaların önünden geçerek ulaşabileceğiniz bir AVMde izleyeceksiniz. Filmi seyrederken büyük olasılıkla izlediğiniz karakterlerle özdeşleşecek, onların mücadelesini içselleştireceksiniz, çünkü burada “Allah insanı açlıkla terbiye etmesin!” gibi bir deyim üretilmesine yol açacak kadar zorlu bir durumdan söz ediyoruz. Ama 1,5 saat sonra, ‘bir direniş biçimi olarak açlık’ anlatısından tekrar mağazaların önüne çıkacaksınız. Nasıl?! 

Hatırlar mısınız, 2001’de bu kadar çok AVM yoktu, ölüm orucu filminde izlediklerimize karşı biraz daha duyarlıydık. 1996’da AVM sayısı belki bir elin parmakları kadardı ve kesinlikle çok daha duyarlıydık.

İzlediğimiz filmler ve film izleme kültürümüzle ‘vicdan’ arasında kimi zaman dolaylı ama çoğu zaman doğrudan bir diyalektik ilişki vardır. Baba 1’de Don Corleone’nin vurulduğu ve Freddy’nin kaldırıma oturup salya sümük ağladığı sahne karşısındaki duygusal tepkimiz; Umut’ta Cabbar’ın liseye giden kızının kara tahtanın önünde girdiği İngilizce sınavı sahnesinde hissettiğimiz çaresizlik; Nostalghia’nın finalinde Gorchakov’un elindeki mumu söndürmeden havuzun kenarına koyabilmek için canını vermesi karşısında hissettiklerimiz, Bizim Aile’de Yaşar Usta’nın fabrikatör Saim Bey’e bir tokat gibi çarpan muhteşem sözlerini dinlerken yüreğimizde olup bitenler hep vicdanla ilgilidir... Şimdi böyle binlerce sahneyi anımsayın ve onların hepsini alıp AVMlerin pırıl pırıl koridorlarına serpiştirin...

Geçmiş olsun.