Uçakta bir şeyler oluyor; emniyet kemeri bağlı olmayan yolcular tavana fırlıyor, hostesler oradan oraya uçuyor, uçağın insanı rahatlatan iç mimarisi bir tür cehenneme dönüyor

Uçakta bir şeyler oluyor; emniyet kemeri bağlı olmayan yolcular tavana fırlıyor, hostesler oradan oraya uçuyor, uçağın insanı rahatlatan iç mimarisi bir tür cehenneme dönüyor. Sonra jenerik akarken bir çocuğun kulağından tutup sürüklediği kocaman pelüş tavşanı görüyoruz. Böylece tıpkı Alice gibi harikalar diyarına gideceğimizi öğreniyoruz; kendiliğinden varolmayan, bizzat orada yaşayanların tavır ve seçimleriyle oluşturulan çok tekinsiz bir diyar: İçinde ne taşındığını merak ettiğimiz tehditkar küçük sandıklar, tuhaf şekilli kolyeler, şüphe uyandıran jestler vs... 7500 sefer sayılı Los Angeles-Tokyo uçuşunun nasıl felakete sürükleneceğini anlatan 7500 adlı kötü senaryolu korku filmi böyle başlıyor.

Aşırı derecede basit bir yöntem ama yine de bu metafor –kimi zaman metonimi- dizilerine bayılıyorum: Bir evi (Carnage-2011), otobüsü (Turistas-2006), gemiyi (Titanic-1997, Gemide-1998) ya da bu örnekteki gibi bir uçağı alıyor, içine toplumun değişik kesimlerini –sınıfsal, ırksal, dinsel, cinsel, kültürel vs.- temsil eden insanlar yerleştiriyor, bu insanların –yolcuların ve aracı yönetenlerin- nelere yol açtığını hikâye ederek ülkenin ve dünyanın gidişatına dair sinematografik bir tartışma metni yazmış oluyorsunuz.

Bunlar aslında ‘ilk akla gelen’dir, aşırı basit yapılardır –sinemayla şu ya da bu şekilde uğraşan herkes mutlaka böyle öyküler kurmuştur, benim de öğrenciliğim zamanında bolca yaptığım gibi: Otobüs durağında bekleyen çok yaşlı bir kadın görürüz. Önünden geçen ya da durakta bekleyen gençlere gitmek istediği yeri söyler, otobüsün bu durakta durup durmadığını sorar. Kimi kız kimi erkek bu gençlerin hepsi kadrajın dışında bir noktayı işaret edip “O otobüs burada durmaz teyze, şu ilerideki durağa gitmeniz lazım” derler. Her birine teşekkür eden teyze durakta oturmaya devam eder. Bir sürü otobüs geçer ama kadın hiçbirine binmez, gençlerin gösterdiği durağa da gitmez. Gün boyu gördüğü tüm gençlerle aynı diyaloğa girer ama hiçbirinin dediğini yapmaz. Gün devrilip akşam olurken teyze banktan yavaşça kalkar, ertesi gün yine aynı durağa gelip oturmak üzere, gençlerin gösterdiği yönün tersine doğru yürüyerek kadrajdan çıkar. Yaşlı kadın Anadolu’yu, gençler bugünü temsil etmektedir. Otobüs şu anlama gelir, falan... ‘İlk akla gelen’den uzak durmanın faydalı olduğu kesin, çünkü mutlaka başkalarının da aklına gelmiştir, özgün değildir... Neyse ki uzun metrajda işler daha farklı; süre sayesinde karakterlerin derinleşmesine olanak sağlayacak bir olay dizgesi kurup bu tür metaforları da görünmezleştirerek kullanabilir, anlatının politik veya eleştirel yapısını derinleştirebilirsiniz.

Ne yazık ki anaakım sinemada bu tür anlatılar genellikle sağ ideolojiye hizmet eder. Böyle filmlerde milliyetçilikle, örtülü ya da açık ırkçılıkla, ama hepsinden önemlisi din temelli bir ahlakçılıkla karşılaşırız. Birazdan yaşanacak felaketin hem nedeni hem de çoğunlukla ilk kurbanı, toplumsal-dinsel ahlak değerleri açısından ‘düşük’ olanlardır. Başta aile kavramı olmak üzere muhafazakâr değerleri koruyup kollayanlarsa hem özdeşleşme nesnesi olarak sunulur hem de ya kurtulur ya da en az zararı görürler. İçinde bulunulan ulaşım aracının ya da mekânın düştüğü kötü durumun görünürdeki nedenleri –uçağın hava boşluğuna girmesi, bir vidanın gevşemesi, otobüsün lastiğinin patlaması vs.- izleyicinin bilinçdışında karakterlerle birleşerek yeniden anlam kazanır; evli pilotun hostesle ilişkiye girmesi eşittir uçağın hava boşluğuna girerek stabilitesini kaybetmesi, aile bireylerinin birbirini kandırması eşittir vidanın gevşemesi gibi...

Gişe rakamlarına göre 7500, Türkiyeli seyirci tarafından pek tutulmamış. Bu maddi başarısızlığın doğrudan filmin sinematografik kusurlarından kaynaklandığını sanmıyorum -bu diyarda ne berbat filmler gişe rekoru kırdı!.. TC2014 sefer sayılı uçağın kendisi harikalar diyarına girmiş durumdayken –başka hiçbir şey olmasa, sırf çArşı’nın darbeci ilan edilip yargılanması bile ülkenin gerçeklikle bağının sefil durumunu göstermeye yeterdi!- hele bir de meseleyi pilot ahlaksızlığı üzerinden ele alacaksanız, 7500 gibi filmleri kim ne yapsın ki?!

(Otomobille 11 ülkeyi kapsayan uzun bir yolculuğa (İstanbul-Bologna) çıktığım için yeni filmleri izleyemedim, bu yüzden temmuzda gösterime giren ama o günlerde yazmaya fırsat bulamadığım 7500’e değinmek istedim. Ben de bizim araba Türkiye’den uzaklaştıkça insani, fiziksel ve politik bağlamda atmosferin nasıl değiştiğine dair bir senaryo yazarım belki bir gün... Ama çok basit ve anında herkesin aklına gelecek bir öykü olacağı için ilginizi çekmeyebilir...)