Daha 1919’dan itibaren genelde Alman milliyetçileri, özelde ise Naziler, Mustafa Kemal’e ve Milli Mücadele’ye yoğun bir ilgi göstermişlerdi. Alman milliyetçi medyası Anadolu’daki gelişmeleri yakından takip ediyor ve haberleştiriyordu. Örneğin Alman sağının önemli gazetelerinden biri olan Kreuzzeitung’da Milli Mücadele ve Mustafa Kemal’le ilgili olarak 1919’da 194, 1920’de 369, 1921’de 454, 1922’de ise 853 yazı yayımlanmıştı. Nazilerin gazetesi Volkischer Beobachter’de 1922 yılının Eylül ayında yayımlanan bir yazıda ise Mustafa Kemal’in adının herkesin dilinde olduğu söyleniyordu.

Nazi paramiliter gücü SA’nın lideri Ernest Röhm anılarında “1922 yılında dünya siyasetine Kemal Paşa’nın öncülük ettiği Türk bağımsızlık mücadelesinin egemen olduğu” notunu düşüyor, Adolf Hitler ise başarısız darbe girişimi sonrası yargılandığı mahkemede, kendi darbe girişimini Mustafa Kemal’in saltanata başkaldırmasına benzetiyor ve suçsuzluğunu ispatlamak için şunları söylüyordu: “Kemal Paşa’nın yaptığını sonuçta meşrulaştıran neydi? Ulusuna özgürlük kazandırması. Bir hain sayılabilirdi ama değildir; çünkü yaptıklarından, Osmanlı ulusuna hayırlı bir şey, özgürlük çıktı.”

Peki Alman milliyetçilerini ve Nazileri Mustafa Kemal’e ve Milli Mücadele’ye böylesine hayranlık duymaya iten şey neydi? Anadolu’ya baktıklarında kendi faşist ideolojilerinin, ırkçılıklarının ve anti-semitizmlerinin bir örneğini, bir rol model mi görüyorlardı? Hayır, mesele bu değildi; bu hayranlığın kökeninde, Alman devletinin ve ulusunun kendisine 1. Dünya Savaşı sonrası dayatılan Versay Antlaşması’nı sorgusuz sualsiz ve hiçbir direniş olmaksızın kabul etmesi, Türkiye’de ise Versay’ın muadili olan Sevr’i tanımayan bir iradenin, yani Mustafa Kemal ve Ankara hükümetinin ortaya çıkarak bu anlaşmayı geçersiz kılan bir ulusal kurtuluş savaşı vermesi vardı.

Naziler buraya kadar Mustafa Kemal’i ve Anadolu’daki direnişi doğru anlamışlardı ama buraya kadar; çünkü kendileri iktidara geldikten sonra Versay’ı yırtıp attılar ama yeni kurulan Türkiye’den farklı olarak, yayılmacı ve savaşçı bir politika izlediler. Bu politikanın sonucu ise 2. Dünya Savaşı ve milyonlarca insanın yaşamını yitirmesi oldu. Evet, Nazilerin dünyayı bir kan gölüne döndürmelerindeki temel faktörlerden biri, 1. Dünya Savaşı’nın sonuçlarına yönelik itirazlarıydı; yeni bir savaşla hem kaybedilen Alman topraklarını yeniden kazanacaklar hem de III. Reich’ı, yani Üçüncü Alman İmparatorluğu’nu kuracaklardı.

Mustafa Kemal ve arkadaşları da 1. Dünya Savaşı’nın sonuçlarına itiraz etmişlerdi, ancak bağımsızlık sonrasında Nazilerden farklı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybettiği toprakları yeniden kazanmayı ya da Osmanlı’yı yeniden diriltmeyi amaçlamadılar. Aksine, Lozan’da rasyonel bir anlaşma imzaladılar. Kemalist dış politika son derece temkinli ve dengeci bir anlayış üzerine kurulmuştu ve zaten Türkiye’yi 2. Dünya Savaşı’ndan uzak tutan da bu oldu.

Tıpkı Naziler gibi, genel olarak Türk sağı ve İslamcılar da 1. Dünya Savaşı’ndan ulusu adına makul bir sonuç çıkartıp bağımsız bir devlet kurmayı başaran Mustafa Kemal’i ve Milli Mücadele’yi anlamadılar. 1. Dünya Savaşı defterinin kapanmadığını, yeni bir hesaplaşmanın söz konusu olacağını iddia ettiler. Lozan’ı beğenmediler, Misak-ı Milli’yi bağlamından koparıp yeniden gündeme getirerek Musul’a, Kerkük’e, Şam’a göz diktiler. Emperyal hayallerle, Osmanlı’yı yeniden kurma ve hilafeti geri getirme fantezileriyle yaşamaya devam ettiler. Fırsat bulduklarında da bu hayalleri hayata geçirmek adına Türkiye’yi çeşitli maceralar içerisine sürüklemekten kaçınmadılar.

Adnan Menderes örneğin 1957’de Suriye’ye saldırmayı, 1958’de ise Musul ve Kerkük’ü almayı plandı ama dünya dengeleri buna izin vermedi, Özal 1. Körfez Savaşı’nda “bir koyup üç almak” adına Bush’la anlaştı ama askerin karşı tutumu nedeniyle buna cesaret edemedi ve en son mevcut iktidar 2003’te Irak işgaline ortak olmayı denedi ama Meclis’ten yeterli oyu alamadı, bugün ise Suriye’de emperyal hayaller peşinde koşmaya devam ediyor.

Oysa tekrar edelim, Mustafa Kemal Lozan’la ve Cumhuriyet’le 1. Dünya Savaşı defterini Türkiye açısından kapadı, hiçbir zaman maceracı bir siyaset izlemedi, Turancı ya da hilafetçi politikalara hiçbir şekilde yüz vermedi, savaş politikalarını reddetti ve Türkiye’nin muasır medeniyetin saygın bir üyesi olmasını samimi bir şekilde istedi.

Bugün estirilen fetih rüzgârları, Osmanlı güzellemeleri, yükselen mehter sesleri, sınırları genişletme fantezileri, egemen bir devletin bayrağının başıbozuklar tarafından ayaklar altına alınması… Bunların hiçbirinin Cumhuriyet’in kuruluş felsefesiyle alakası bulunmuyor ve bu dış politika anlayışına karşı en güçlü itirazın, kendisine Atatürkçü diyen kesimlerden dile gelmesi gerekiyor; çünkü aksi, Mustafa Kemal’i de, Cumhuriyet’i de anlamamak demek oluyor.