Almanya’da Adolf Hitler’in faşist Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP), 5 Mart 1933 tarihli seçimi kazanarak iktidara geldi. Nazi Partisi olarak da bilinen NSDAP, iktidarının ikinci haftasında yani 24 Mart 1933 tarihinde diğer bütün partileri yasaklayarak devlet partisi haline geldi. Nazilerin devleti ele geçirdikten sonra hemen el attıkları ilk alan ise ‘özel’ hayata ilişkindi.

Bir süredir durup durup AKP’nin gündeme getirdiği eşcinselliğin hastalık olduğu, mecburi hadımlık, çok çocuk yapılması gerektiği, kürtajın yasaklanması gibi aslında sadece özel hayata dair olan bu konular, Nazilerin üzerinde çok yoğun durdukları konular ve düzenledikleri alanlardı.

Bunlar şimdi, girmeye çalıştığımız Avrupa açısından çok geçmişte kalmış konular. Öyle bir geçmişte kalmış ki, kimse 1933’ten 1945’e kadar sadece Almanya’nın değil, bütün dünyanın en vahşi diktatörlüğü olan Nazi döneminde yoğun olarak gündemde olan bu konuları da, o dönemi de hatırlamak istemiyor. 

Elbette bizim şimdi hem bunları tartışıyor olmamız hem de o günleri hatırlamamız, oldukça talihsiz bir durum. Ancak geçmişi ve o günlerdeki uygulamaları hatırlatmakta büyük fayda var. Çünkü bu alanlara dair tartışmalar ve uygulamalar hiçbir zaman ‘sadece bu alanlara dair’ olarak kalmıyor. 

İKTİDARINI SAĞLAMLAŞTIRDIKÇA ÖNLEMLER SERTLEŞTİ

Hitler rejimi, iktidarının üçüncü ayında, Mayıs 1933’te daha önce büyük mücadeleler sonucu kazanılmış ‘kürtaj hakkını’ geri almak için ilk düzenlemelere başladı. Hemen, hem kürtaj hem de ‘kürtaja yönelik hizmet sunmak, kürtaj malzemesi satmak ve kürtaj yöntemleri hakkında bilgi vermek’ yasaklandı. Yani kürtaj olana, kürtaj yapana ya da kürtaja yardımcı olana ağır cezalar getirildi.

Hitler iktidarını sağlamlaştırdıkça özel alana dair müdahalelerini daha da sertleştirmeye başladı.1934’te Gestapo’da (Gizli Polis) eşcinselliğe ve kürtaja karşı mücadele veren bir birim oluşturuldu. 1936’da, eşcinsellik ve kürtaj yine aynı mantık içinde değerlendirilerek ve aynı derecede tehlikeli görülerek ‘Eşcinsellikle ve Kürtajla Mücadele İçin İmparatorluk Merkezi’ kuruldu. Sağlık merkezlerine, kürtajı önlemek için gizli polisle işbirliği yapma zorunluluğu getirildi.

SÜREKLİ KÜRTAJA ÖLÜM CEZASI

Herhalde hem devlet hem de millet böylelikle sağlamlaştırılmış olacak ki, Almanya birkaç yıl sonra, insanlık tarihinin en vahşi katliamına ve soykırıma başladı: 2. Dünya Savaşı. Faşistler savaşta da kürtajı unutmadı. 1943’te, ortalığı kıyamete çevirdikleri sırada, Naziler, kürtajla ilgili yeni bir düzenlemeye gitti. 

30 Mart 1943 tarihli bu yasa, her halükarda kürtaj olan kadını ‘suçlu’ görüyor ve kadına hapis cezası getiriyordu. Kadına getirilen ceza ağırlaştırılmış hapis cezasına kadar varıyor ancak yasanın bir maddesi faşizmde ‘özel alanın’ olamayacağını, özel alanın bambaşka bir şey olduğunu hatırlatıyor. Yasa maddesi aynen şöyle diyor: “Suçlu, bu yolla Alman milletinin canlılığını sürekli engellerse ölüm cezasına çarptırılır” Yani, “birden fazla kez kürtaj olan kadın, Alman varlığına sistemli bir biçimde zarar verdiği için öldürülecek!”

TECAVÜZE UĞRAYAN KADINLAR
Yasada, ‘aşağı milletlerden olanların kürtaj olmasına bir ceza verilmeyeceği’ de ayrıca vurgulanmış. Korkunç savaş koşulları Alman kadınları başka bir gerçekle karşı karşıya getirdi. Daha doğrusu savaşın sonlarına doğru, Almanya kaybetmeye yüz tutmuşken, koşullar Nazilerin acilen cevaplaması gereken bir soruyu ortaya attı: Askerler tarafından tecavüze uğrayan kadınların durumu ne olacak?

Nazilerin bu konudaki cevabı, yasal düzenlemesi de oldukça soğukkanlıydı. İçişleri Bakanlığı 14 Mart 1945 tarihinde bir genelge yayınladı: Düşman Sovyetler Birliği askerlerinin tecavüzünden hamile kalan kadınlar kürtaj yaptırabilir, ama Batılı devletler müttefik askerleri tarafından tecavüze uğrayan Alman kadınların kürtaj olmalarına gerek yoktur…  

Bir soru daha vardı: Savaş esiri olarak alınan ve toplama kamplarında çalıştırılan kadınlar Nazilerden hamile kalmışsa ne olacak? Bu konudaki kural çok açık: Şerefli bir Alman’ın çocuğunu da taşısa, kurtuluş yok, zorunlu kürtaj. Nazilerin en tahammül edemedikleri alanlardan biri de ‘melez’ ırklardı. Bir Rus ya da Polonyalı kadının Alman Nazi’den çocuk doğurması kabul edilebilir bir şey değildi. Ancak hem hamile Rus kadınların kürtaj olması hem de bu konularda çeşitli istisnalar olduğu görülüyor.   
 
Nazilerin, aşağı bir milletten olmayan bir askerin tecavüzünden doğacak bir çocuğu, ‘Alman milletinin canlılığını sağlayan bir güç’ olarak görmeleri kendi içinde tutarlı bir uygulama gibi görülüyor. Irka ve ırksal hijyene (öjenik) dayalı Nazi ideolojisinin aynı dönemde gerçekleştirdiği aşağıdaki uygulama, bu tutarlılığın kaynağını daha iyi gösteriyor.
 
ZORUNLU HADIM VE KISIRLAŞTIRMA

Naziler iktidara geldiklerinde, Alman kadına kürtajı yasaklarken, önce bazı istisnalarda kürtaja izin verdi, sonra bu istisnalar mecburiyete dönüştü. Daha da korkunç uygulamalar da oldu. Bunları da şöyle özetleyelim:

14 Temmuz 1933’te ‘Genetik Hastalıklı Nesiller Yetişmesini Önleme Kanunu’ çıkarılarak kanunla belirtilen bazı hastalıkları taşıyan annelerin kürtaj olabilmelerine izin verildi. Kanunda, şizofreni, manik depresif, zekâ geriliği gibi ruhsal hastalıkların yanında ‘kör, sağır ve bedensel engellilerin de’ çocuk sahibi olmalarının engellenmesi gerektiği yazılıydı.

Yasa, bu hastalık ya da özelliğe sahip hamilelerin çocuklarını aldırmalarını söylüyordu. Yasa her ne kadar bu kadınların ‘rızasının alınmasını’ ve kürtajın da 6 aya kadar yapılmasını öneriyorsa da, hiçbir zaman bu rızaya ve süreye uyulmuyordu. Bazen göz yummalar, gözden kaçırmalar da gerçekleşiyordu ve engelli çocuklar ortaya çıkıyordu.   

1935’e gelindiğinde yasada ciddi bir değişiklik yapıldı. Bu seferki düzenleme başka bir korkunç durumu beraber getirdi: Kalıtımsal hastalığı olan kadınlara ve erkeklere zorunlu kısırlaştırma ve hadım uygulanacak. Bu uygulama aslında Nazilerin sağlıksız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını aramaya başladıkları öjenik uygulamalarının da gerçek başlangıç tarihiydi.

KOMÜNİZMİ SEÇMEK DE BİR HASTALIK
Ruhsal ya da bedensel engelli Alman kadınlar kısırlaştırıldı, erkekler hadım edildi. Bu konuda arşivler korkunç bilgi ve hikâyelerle dolu. (Nazilerin arşiv ve belgeciliği de takdire şayan.) Örneğin sağırların zorla hadım edilmesi ya da kısırlaştırılması sürecinin ne kadar zor olduğuna dair hikâyeler yürek parçalayıcı.

Zorla kısırlaştırılanlar veya zorla hadım edilenler arasında yoksul semtlerde yaşayanların ve daha önceki dönemde Komünist Parti’ye yüksek oranda oy atmış semtlerde yaşayanların daha az şanslı olduğu da ayrıca belgelerde mevcut. Bu uygulamaya göre, Naziler, komünizmi seçmenin bir akıl hastalığı olduğunu düşünüyordu.

Zaten, daha önceki yasanın uygulanmasında da ‘aşağı millet’ten olan yani ‘ari olmayan’ kadınlara ve erkeklere başka bir muamele yapılıyordu: Bu kişilerin kalıtımsal hastalığı yoksa da kısırlaştırılmaları, aşağı ırktan çocukların sayısını çoğaltmamaları isteniyordu. Aşağı milletten biri için asıl düşünülen çözüm gaz odalarında ya da toplama kamplarında ‘nihai çözüm’ olduğu için bu konu, Naziler için özel bir sorun olmadı.  

Yine eşcinsel erkeklerin ve cinsel suçluların zorla hadım edilmeleri de ayrı bir Nazi vahşeti olarak belgelerde. Hem cinsellikle ilgili, hem de engellilerle ilgili uygulamalarda kurbana hiçbir bilgi verilmiyor ve bu insanların birçokları genetik ya da hormon araştırmalarının kurbanı oluyordu. Yaklaşık 50 bin kişinin cinsellikle ilgili ‘araştırma veya uygulama’ kurbanı olduğu belirtiliyor.

1945 yılında savaş bitimine kadar en iyimser rakamlar, 400 bin insanın kısırlaştırıldığını ya da hadım edildiğini gösteriyor. Rakamlara göre en az 6 bin kadın kısırlaştırılırken, 600 erkek de hadım edilirken hayatını kaybetti. Bu da Nazi uygulamalarında madalyonun diğer yüzüne dair bir görüntüydü.

ÇOK ÇOCUK TEŞVİKİ

Her neyse, bu uygulamaların nerelere kadar geldiğini biliyorsunuz, konumuza dönelim, Nazilerin özel alana dair yasal düzenlemelerine örnekler vermeye devam edelim.

15 Eylül 1935 tarihinde çıkarılan ‘Alman şerefi ve Alman kanını korumaya yönelik Nürnberg Yasaları’, kimin kiminle evlenebileceğini düzenlediği gibi, ‘şerefli Almanların’ çocuklarını da özel bir koruma altına alıyordu. Yasa, sadece şerefli Alman çocuklarının kürtajla öldürülmesini yasaklamıyor, doğum kontrolüne de ciddi engeller getiriyordu.

Daha fazla ‘şerefli Alman’ın üremesine yönelik bu yasa; örneğin Yahudi, Çingene, Romen, Arap gibi ‘aşağı millet’ diye tanımladığı ırkların hem doğum kontrolü hem de kürtaj iznine sahip olduklarını belirtiyordu. Önemli olan nokta burada, ‘aşağı millet’ten birinin ‘şerefli Alman’la birlikte olmamasıydı.
 
Bu mesele de böyle hallolduktan sonra, sıra geldi çok çocuk yapılması teşvikine. Kimin kiminle evleneceğine, kimin kürtaj hakkı olup kimin olmadığına, şerefli ve şerefsizin kim olduğuna karar veren yasalar, ardından şerefli çocukların şerefli ailelerine maddi imkânlar sağladı.

Çok çocuk yapana, bizde kuru kuruya sadece öğüt var ama Almanlar para da veriyor. 1936’dan itibaren aylık geliri 185 İmparatorluk Markı’nın altında olan ailelere 5 çocuk ve üstü için ayda 10’ar Mark ödenmiş. 1938’den itibaren bu para, artık üçüncü çocuktan itibaren ödenmeye başlanmış. Ayrıca, ailelere vergi kolaylığı ve muafiyeti getirilmiş.
 
Daha 1933’ten itibaren şerefli Almanlar, ‘ırksal ve sosyal koşulları’ yerine getirirlerse, yani şerefli Alman ve Nazi ise, evlenirken 1.000 Mark evlilik kredisi çekebilirdi. Bu yasanın en güzel yanı da, ilk çocuktan sonra kredinin dörtte birinin silinmesiydi. Yani dördüncü çocukta aile artık borcunun tümünü silmiş oluyordu.

NAZİ İDEOLOJİİ: ÇOCUK DOĞUR VE YETİŞTİR
Saf ırk üzerine kurulan Nazi jeolojisinin en önemli taşıyıcı sütunlarından biri annelik ve çocuk idi. Naziler, baskıcı ve maddi düzenlemelerin yanında, ‘annelik kurumunu’ ve devlete çocuk yetiştirmeyi ideolojik olarak da hep önde tuttu. Nazi ideologları sürekli “Her kim bir çocuk dünyaya getirirse, Alman halkının var olup olmaması savaşında bir etabı kazanmış olur” diye propaganda yapıyordu.
 
Nazi döneminde annelik artık ‘özel hayata dair’ olmaktan çıkartıldı ve siyasal bir ‘devlet ve millet hizmeti’ olarak görülmeye başlandı. Örneğin anneler günü ‘ulusal bayram’ olarak kutlanıyordu. Savaştan kısa bir süre önce, 1939 yılı anneler gününde devlet yaklaşık 3 milyon anneye, stadyumlara sığmayan büyük devlet törenleriyle, ‘Alman anneleri şeref madalyası’ verdi. Alman anneleri için asıl büyük şeref, bu madalyayı bizzat Hitler’in düşünmüş olmasıydı.

Meraklısı için not: Hitler rejiminin üç çocuk ve üstünü yapan ailelere verdiği para, sağladığı kolaylıklar ve anneliği ‘şerefli bir devlet hizmeti’ olarak gören resmi ideolojiye rağmen şerefli Almanlar öncesine göre daha mı çok çocuk sahibi olmuş? Hayır, 1920’de kurulan aileler ortalama 2.3 çocuk dünyaya getirmiş. 1930’da evlenenler, yani en çok teşviki alanlar olmalılar, ortalama 2.2 ve 1940’da kurulan aileler ise, ortalama 1.8 çocuk dünyaya getirmiş.

Kürtaj ve korunma yasağına, çocuk parasına ve kolaylıklara rağmen Almanların çocuk sayısını artırmamasını ya devlete içten içe “belden altına karışma” dediklerine bağlamalıyız ya da herhalde Almanlar o dönemde, Nazi amaçlarına kendilerini çok kaptırmış ki, birbirlerinden çok devlet işleriyle ilgilenmiş.

EVLİLİK DIŞI ÇOCUK SAYISI ARTMIŞ
Burada bizim muhafazakârları ve AKP’lileri üzecek çok önemli bir nokta var. Nazi döneminde, bütün kutsal aile propagandalarına ve maddi kolaylıklara rağmen evlilik içi çocuk artmamış ama evlilik dışı çocuk sayısı oldukça artmış. Demek ki neymiş, evlilik dışı ilişkiden hamile kalan bir kadın, daha önce belki kürtaj olabiliyordu ama yeni yasalar nedeniyle kürtaj olamadığı için, çocuğunu doğurmak zorunda kalmış.

Şimdi maazallah Erdoğan’ın son çıkışından sonra, kürtaj yasaklanırsa, bizde de sakın evlilik dışı çocuk sayısı artmasın. Benden söylemesi, bu işin içinde ikinci evliliği olan, ikinci evini açmış bulunan hanımlarımız ve beylerimiz var. Ben ne olur ne olmaz, evlilik dışı ilişkide Nazilerden hamile kalan ‘şerefli Alman kadınları’ için Nazi rejiminin kurduğu evleri de anlatayım. Hiç değilse Nazilerin kendi içlerinde tutarlı olduklarını, aslolan çocuksa onun evlilik içi mi evlilik dışı mı dünyaya geldiğine bakmadıklarını burada görmüş olalım.

Peki ya aslolan insan olmaksa…

***

Yaşam kaynağı evleri ve kürtaj yasağı

Başından beri Hitler’in hep yanında olan, gizli ve açık bütün faşist katliam aparatlarının başındaki Heinrich Himmler, kariyerine 1936’da işte yukarıda sözü edilen Nazilerle evlilik dışı ilişkilerinden hamile kalan şerefli Alman kadınların doğum yapabilecekleri ve çocuklarını bırakabilecekleri evler açmakla başladı.

‘Yaşam kaynağı’ ya da ‘yaşam pınarı’ evleri diye çevrilebilecek ‘Lebensborn’ projesi, ilk bakışta evli olmayan hamile kadınların sığınabilecekleri ve rahatsız edilmeden çocuğunu doğurabilecekleri çeşitli evlerden oluşan hayırlı bir projeye benziyor. Ama önce eve kabul ediliş şartlarına ve kurumun amaçlarına bakalım, sonra buranın nasıl bir yer olduğuna karar verirsiniz.

• Eve kabul şartlarının başında ‘genel şart’ geliyor ve bu da şu cümleden oluşuyor: Irksal ve genetik-biyolojik açıdan genel kuralarla uygun olduğuna dair rapor getirmek. Bunu getirdikten sonra şu şartları yerine getirmek zorunda:
• ‘Ari’ ırkından olduğuna dair sertifika ve Hitler’in partisi NSDAP’ye yakın olduğunun belgelenmesi
• Bütün aile bireylerinin genetik uygunluğuyla ilgili kanıt
• Bir Nazi doktor tarafından verilmiş ‘genetik’ uygunluk ve sağlamlık raporu
• Çocuğun babasının NSDAP üyesi ya da yakınlarının üye olduğunun kanıtlanması, babası olarak verdiği bilgilerin doğruluğunun onaylanması ve doğum sonrasında çocuğun Nazilere verileceğinin onaylanması. 

Yaşam evlerinin amacı, Nazilerin nüfus politikasının en önemli ideolojik yanına vurgu yapıyordu. Amaç şöyle tanımlanıyordu:

• Doğum oranının düşmesi nedeniyle, yok olma tehlikesi altında olan Kuzeyli ırkın doğum oranlarının yükseltilmesiyle kurtuluşu
• Nazi anlayışına uygun ’damızlık’ koşullarının yerine getirilmesiyle yavruların kalitesini artımak.
• Amaç: Soylu geleceği yetiştirmek!

Savaşa kadar sadece Almanya’da kurulu bulunan bu evler, savaş sırasında ‘yetiştirme çiftliği’ gibi Kuzey ülkeleri başta olmak üzere Avrupa’nın bazı ülkelerine de kuruldu. Sadece Nazi çocukları burada doğup büyütülmüyor, ayrıca işgal edilen yerlerden Alman ırkına uygun sağlıklı çocuklar da, sanki Yeniçeri ocağına getirilir gibi,  ailelerinden kaçırılıp buralara getiriliyordu.

Yine Alman askerlerin tecavüzüne uğrayıp hamile kalan Norveç ve Danimarkalı kadınlar başta olmak üzere Kuzeyli birçok kadın bu evlerde çocuğunu doğurdu. Bu evlerdeki çocukları sonunda Nazi ailelere vermek amaçtı ancak savaş sırasında bazı Nazi subaylarının eşleri ve çocukları da güvenli olduğu için buralara yerleşti.   
 
Değerli Kuzey ırkının kürtajla kaybolmasını önlemek amacında olan Naziler, hiçbir biçimde hümanizmin değerlerine bağlı değildi. Buralarda doğan ‘engelli çocuk’, öldürülmesi için başka kurumlara gönderilirken; engelli çocuk dünyaya getirilen kadınlar da kapının önüne konuyordu. Zaten çocuk hakkını pek koruyan Nazilerin, iktidarı döneminde 5 bin engelli çocuğu öldürdüğü de kayıtlarda.

18 YILDA 18 ALAY DAHA FAZLA YÜRÜYECEK
Heinrich Himmler, 1940’da Alman Silahlı Kuvvetleri Yüksek Komutanlığı Başkanı Wilhelm Keitel’a yazdığı mektupta asıl amacını şöyle anlatıyordu: 

“Almanya’da kürtajla bir yılda kaybedilen çocuk sayısı 600 bini buluyor. Her yıl yüz binlerce değerli kadın ve kız da kürtaj kurbanı oluyor. Amacımız Alman kanını korumak olduğuna göre, kürtajı engelleme görevi, en önemli görevdir.”

Himmler, askeriyeden maddi ve manevi yardım da istediği mektubunda gerekçesini şöyle açıklıyor: “Sadece bu nüfus planlamasına yönelik uygulamalar sonunda, 18-20 yıl sonra bilin ki, fazladan 18-20 alayımız daha yürüyüşe geçecektir…”  

Himmler aslında düşündüğü gibi yaşıyordu. Eşinden bir çocuğu, sevgilisinden de iki çocuğu vardı. Bunu da saklamıyor, evlilik dışı ilişkiden de çocuk doğabileceğini savunuyordu.

Sağlık Bakanı Recep Akdağ, "Kürtaj 12 Eylül yasasıdır, tekrar söylüyorum, kürtaj 12 Eylül darbe yasasıyla oldubittiye getirilmiştir" diye çırpınıp duruyor. Sahi, bizim faşistler niye Türk kanını o gün korumayı düşünememiş ve kürtaja izin vermiş? Sahi, 1936’da konuya el atan polisin ve diğer koruma timlerinin en üst şefi, ırkçı Heinrich Himmler’e ne oldu? Hitler’e çok bağlıydı, lakabı ‘Sadık Heinrich’ idi. Bütün polislerin, güvenliğin ve toplama kamplarının sorumlusuydu. Savaşta 1943-45 yılları arasında İçişleri Bakanı oldu. Nazilerin savaşı kaybedeceğini anlayınca ‘yargılanmamak koşuluyla’ İngilizlere teslim olmak istedi. Savaş zaten bitiyordu. İngilizler Sadık Heinrich’i ortada bıraktı. Himmler, saklandığı evde intihar etti.