Derler ki; sosyalistler bu topluma yabancıdır, bu toprakların insanlarını bilmez, tanımazlar. Bu klişenin en büyük inkârı Nâzım’ın Manzaraları'dır

Nâzım: Bugün, yarın, daima

GÖKHAN ATILGAN / atilganster@gmail.com

Yeni bir hayat için kendi hayatlarıyla genç yaşlarında vedalaşan Deniz, Mahir ve İbo’yu (ve onlar gibileri) sanki kendi akranlarımızmış gibi ön adlarıyla anarız. Ayrı tutalım. Fakat sosyalist hareketin önde gelen simaları söz konusu olduğunda bunun tersi geçerlidir. Onlar hakkında ön adlarıyla değil soy adlarıyla konuşuruz. Meselâ Şefik değil, Şefik Hüsnü deriz. Mehmet Ali demeyiz, Aybar deriz. Hikmet yerine, Kıvılcımlı’yı ; Behice yerine Boran’ı tercih ederiz. Bu seslenme biçiminde saygı ile mesafe uygun ve hoş bir dengede durur.

Yalnızca adıyla

O kuşaktan sadece adıyla bahsettiğimiz tek kişi Nâzım’dır. Sanki arkadaşımız, kankardeşimiz, akranımız, sırdaşımızmış gibi ‘Nâzım’ deriz. On yıllar sonraki sosyalist kuşaklar da ‘Nâzım’ diyecek ona, hiç kimse ‘Hikmet’ ya da ‘Ran’ demeyecek. Peki niçin?

Aşkımıza, hevesimize, kederimize, hasretimize, sevincimize, öfkemize, coşkumuza, yalnızlığımıza ve kalabalıklığımıza, ümidimize ve ümitsizliğimize usulca ve doğallıkla ortak olabildiği için mi? Diyalektiği, tarihi, coğrafyayı, insanı, toplumsal sınıfları, toplumsal cinsiyetleri, ezilen ulusları, ulusal gururu, devleti, bürokrasiyi, sanatı, edebiyatı ve mimarlığı şiirle, nesirle, mektupla, piyesle, hikâyeyle ve romanla bize neşe ve merak içinde öğretebilmeyi beceren müstesna bir isim olduğu için mi? Bütün zamanların en büyük şairlerinden ve en önemli Marksist düşünürlerinden birisi olmasına rağmen “oldum dediğim gün, öldüm dediğim gündür” diyebildiği için mi? Her sözcüğünü okurken kulağımıza bir çocukluk arkadaşımızın, okul ya da mahâlle, askerlik ya da iş arkadaşımızın, eşimizin, dostumuzun sesi geliyormuş gibi bir samimiyeti ta içimizde hissedebildiğimiz için mi? Ağır kurumsal meseleler, karmaşık tarihsel süreçler onun kaleminden döküldüğü zaman ‘billur piyale’ olduğu için mi? Kuru, şiirden ve müzikten uzak siyasal anlatım biçimlerine itiraz ederken, el attığı her meseleyi “birer birer ve hep beraber ipekli bir kumaş dokur gibi, hep bir ağızdan sevinçli bir destan okur gibi” öğrenmemize yoldaşlık edebildiği için mi? Ne o ne o ne o… Ona ‘Nâzım’ dememize sebep, bunların ve başkalarının hepsi aslında.

Sosyalizm; her an
nazim-bugun-yarin-daima-144734-1.

Mesafesiz, candan ve muhabbetle sevdiğimiz Nâzım’ımızı 53 yıl önce kaybettik. Belki erken oldu ama, nasıl olsa bir gün kaybedecektik. Lâkin, önemli bir şey var; sanki Nâzım’ın aklının bir köşesiyle düşünmekten ve gözünün bebeğiyle bakmaktan hiç geri durmadığı bir ufku kaybeder gibi olduk. Bu ölüm yıldönümü, işte bu ufku işaret etmenin bir vesilesi olabilir

Nâzım’ın ayırt edici özelliklerinden biri, baktığı her ilişkide, kişide, eserde, olayda ve mekânda geleceğin sosyalist toplumu için potansiyeller ve ipuçları araması; geçmişin ve şimdinin toplumundan ve insanından geleceğe neler devşirilebileceğini içtenlikle ve akıllıca düşünmesiydi. Onun eserlerinin bu denli cezbedici ve göz kamaştırıcı olmasının nedenlerinden biri, bu potansiyellerden, bu ipuçlarından yarattığı sosyalist toplum hayallerine vurduğu renklerin çok sahici olmasıydı. Nâzım’ın hayal ettiği ve sözle anlattığı gibi bir sosyalist toplumda yaşama arzusu insanı şevke getirir. İnsan, öyle bir toplumda yaşamaya can atar.

İçinde huzurla, güvenle, sevinçle daha mutlu ve daha tatmin edici bir biçimde yaşanabilecek bir hayat için hayallere dalan ve tahayyüllerini değişik biçimlerde anlatanların sayısı çoktur. Bu tahayyüller kadar bu hayalleri kuranlar da güzel insanlardır. Ancak bunlar, çoğu kez eski toplumun bağrında taşıdığı yeni toplum öğelerini görememiş, bunun önündeki engellerin nasıl kaldırılabileceği üzerine pek düşünmemişlerdir.

Nâzım da bir şiirinde yalınca tarif ettiği şöylesi bir dünyanın hayallerini kurmaktan bir an bile geri durmamıştır: “kimse aç kalmayacak, korkmayacak kimse kimseden, emretmeyecek kimse kimseye, yermeyecek kimse kimseyi, umudunu çalmayacak kimse kimsenin.” Lâkin, Nâzım’ı bütün güzel ütopyacılardan ayıran şey, sosyalizm hayalinin mevcut toplumun tarihindeki ve bugünündeki potansiyellerini keşfetmek için çok ince ve çok geniş bir bakış açısına sahip olması; yanı sıra da temellerine nesnel bir gerçeklik döktüğü hayallerini gerçekleştirme sorumluluğunu memnuniyetle üstlenmesidir.

Sinan ve Bedreddin ile el ele

Gelin, Nâzım’ın çok geniş ve çok ince bakış açısıyla toplumun bağrındaki gelecek potansiyellerini nasıl bulup çıkarabildiğine ilişkin iki örnek üzerinde duralım (böyle örnekler Nâzım’da ganidir; dikkat edelim).

Süleymaniye Camii’nin yanından, önünden, içinden hepimiz geçmiş, ona yakından veya uzaktan şöyle bir bakmışızdır. Mimarı olan Sinan hakkında da bir şeyler öğrenmişizdir. Fakat, Süleymaniye’de ve Sinan’da geleceğin sosyalist Türkiye’sine ilişkin bir şeyler, hem de önemli şeyler bulabileceğimizi herhâlde çok azımız düşünmüşüzdür. Oysa Nâzım, Süleymaniye’ye ve Sinan’a bizlerden çok daha farklı bir açıdan bakmıştır. O kadar ki, Süleymaniye’yi “en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözü kapalı bile görebildiğini” yazmıştır. Ve hatta “… bence Süleymaniye … Cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye’nin … camilikle alâkası yoktur” diyecek kadar ileri gitmiştir. Şairin, Süleymaniye’ye tüm girinti ve çıkıntılarını ezberleyecek kadar uzun uzun bakması ve onun bir cami olmadığını güvenle ileri sürmesi ilginç değil mi? Evet ama, Nâzım’ın gözüyle baktığımız zaman ilginç olduğu kadar gerçekçi de. Kendi kaleminden okuyalım: “Süleymaniye benim için Türk hâlk dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan muazzam verimlerinden biridir. Sinan’ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan’ın Süleymaniye’sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi feraha çıkmış hissederim.”(1)

Nâzım, Memet Fuat’a yazdığı bir mektubunda, “hayatımı ve sanatımı, geniş hâlk yığınlarının hayatına ve yaratıcılığına bağlamışım” demişti.(2) Nâzım’ın, Sinan’ın Süleymaniye’si hakkındaki değerlendirmesi, emekçi hâlkın evlatlarının yaratıcı dehası ile geleceğin sosyalist Türkiye’si arasındaki bağlantıyı mükemmel bir şekilde kurar, bize bambaşka ve ümitli bir perspektif kazandırır. Bunu yaparken de Sultan Süleyman’ı aradan çıkarıverir. “Kanuni Sultan Süleyman’la,” diye yazar Nâzım, “Sinan’ın Süleymaniye’si arasında ‘Süleyman’ adından gayrı en küçük bir bağ yoktur. Süleyman, yalnız gövdesi ve kafasıyla değil, göstermeliği olduğu sosyal ve ekonomik düzenle de yokluğa karıştı. Süleymaniye ise yalnız gövdesi ve kafasıyla aşılmamış bir mimarlık verimi olarak, her gün biraz daha dinç, biraz daha gözalıcı, biraz daha derin duruyor.”(3) Bu değerlendirme, hâlkın dehasının önündeki bentler yıkıldığında daha neler yaratabileceğine ve daha neler kahredebileceğine ilişkin ufuklar çizer.

Nâzım, Sinan’ı Süleyman’ın, Süleymaniye’yi de ‘şeriat ve softa karanlığı’nın pençesinden nasıl kurtarmışsa, Simavne Kadısı Şeyh Bedreddin’i de Darülfünun İlahiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendi’nin elinden hünerle kurtarmıştır. Efendi, Bedreddin ile ilgili risalesinde “Erzak, mevâşi [hayvanlar] ve arazi gibi şeylerin umumî mali müşterek addedilmesini tavsiye eden Börklüce’nin kadınları bundan istisna etmesi bizce efkârı umumiyyeye karşı ihtiyar etmiş olduğu bir takiyye ve tesettürdür” diye yazar. Nâzım, bu müderrisin Bedreddin’in köylü sosyalizmine kadınları kullanarak kara çalma girişimi ile burjuvaların işçi sosyalizmine kara çalma telaşıyla kadınları kullanma girişimleri arasındaki bağı görür. Ve der ki; “Bu İlâhiyat Fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından Bedreddin’imi kurtarmak lâzım.”(4) Nâzım’ın o gönülden ‘Bedreddin’im’ deyişinin ardında, Bedreddin’in, “köylünün göz nurunun zeamet, alın terinin timar” olduğu bir eski çağdan, daha gelmemiş çağlara kızıl bir meşaleyi kararlıca taşıdığını sezebilmesi yatar. “Milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptâl etmeye” cüret eden, “yârin yanağından gayrı her şeyde, her yerde, hep beraber! diyebilmek için” sekiz bin canını kurban eyleyen ve sonunda “çırılçıplak eti yapraksız bir dalda sallanan” Şeyh’in öyküsünü destanlaştıran Nâzım, Bedreddin’in “sözünün, bakışının, soluğunun bizim aramızdan çıkıp geleceğini” vurgulaya vurgulaya söyler. Zira, Bedreddin’in köylü sosyalizmi ile geleceğin işçi sosyalizmi bir noktada buluşacaktır.

Sinan’ın nefes kesici anıtsal vurguları ile Bedreddin’in ümit dolu kardeş sofrasını birbirine bağlamayı ve bu bağı da sosyalist yarınlara düğümlemeyi Nâzım’dan gayrı kim akıl edebilirdi? Dünün ve bugünün içinde yatan geleceğin muazzam potansiyellerini görebilecek kadar hassas bir göze, hiç kesilmeyen ümidi ve iyimserliğiyle “Ne ah edin dostlar, ne ağlayın! Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayın!” diyebilecek kadar cesur bir yüreğe, derin bilgeliğiyle “sosyalizm bir sevinç şöleni”dir diyebilecek bir coşkunluğa sahip olan Nâzım’dan gayrı kim Sinan ve Bedreddin ile el ele tutuşup yürüyebilirdi?

İnsan; zaafları ve kepazelikleriyle

Karl Marx, bir keresinde “onur alınıp satılır olmuşsa meta hâline gelmiştir” demişti. İnsan onurunun baş döndürücü bir hızla metalaştığı günümüz Türkiye’sine bakıp bu insanların sosyalist bir topluma yürüyebilecekleri konusunda şüpheye, ümitsizliğe ve karamsarlığa düşmek çok mümkün. Lâkin, Nâzım öğretmenimize kulak verirsek bu karanlığın içinde akan “vakıtların” hızla ışıklı günlere doğru ilerlediğini görebilmek de en az onun kadar mümkün: “… insanlarımı seviyorum, bütün zaafları ve kepazeliklerine rağmen onlara güveniyorum, tarihi onlar yapmışlardır ve onlar yapacaklardır.”(5)

Derler ki; sosyalistler bu topluma yabancıdır, bu toprakların insanlarını bilmez, tanımazlar. Bu klişenin en büyük inkârı Nâzım’ın Manzaralar’ıdır. Bu inkâr, aynı zamanda, Nâzım’ın her kuşaktan yoldaşlarına, memleketlerini ve insanlarını yakından tanıma çağrısıdır. Bu çağrıya uyalım. Çünkü “Ne devletin ne paranın, insanın emrinde olan dünyanın” anahtarı, bu içtenlikli çağrının içindedir; unutmayalım. Hadi gelin Nâzım’ın sosyalizm hayaline giderayak biz de karışalım:

Sosyalizm,
el kapısının yokluğu değil de
imkânsızlığı.
Ekmeğimizde tuz,
kitabımızda söz,
ocağımızda ateş oluşu hürriyetin,
Yahut, başkası yel de
sen yaprakmışsın gibi titrememek,
bunun tersi yahut...

(1)Nâzım Hikmet, Şiirler (İstanbul: Cem, 1988), 204.

(2) Nâzım Hikmet, Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar (İstanbul: Sözcükler, 2016), 78.

(3) Nâzım Hikmet, Yazılar 1: Sanat, Edebiyat, Kültür ve Dil (İstanbul: YKY, 2014), 96.

(4) Nâzım Hikmet, Şiirler (İstanbul: Cem, 1988), 150.

(5) Nâzım Hikmet, Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar (İstanbul: Sözcükler, 2016), 78.