Geçtiğimiz günlerde Nâzım Hikmet’in doğum, Cemal Süreya’nın da ölüm yıldönümleri nedeniyle, Türkiye’nin bu iki şairi üzerine bir kez daha hatıralar, bilgi ve etkinlikler paylaşıldı. Bu anmaların çok değerli olduğu kuşkusuz, çünkü hem Nâzım hem de Cemal Süreya yakın tarihimizde derin izler bırakmışlardır.

Nâzım Hikmet ve Cemal Süreya birbirlerinden uzak coğrafyaların çocuklarıydı; birisi Selanik, diğeri de Dersimliydi. Yaşıt da değillerdi, Cemal Süreya dünyaya gözlerini açtığında Nâzım 29 yaşındaydı. Nâzım’ın hayatında cezaevi baskın bir yer tutar, buna karşılık Cemal Süreya’nın hayatında cezaevi tecrübesi olmadı. İki şairin hayatlarındaki benzemezliklere karşın kesişen öyküler de var. İkisi de Cumhuriyet’le kurulan politik sistemin mağduru oldular. Söz konusu sistem Nâzım’ı komünist fikirlerinden dolayı hapiste; Cemal Süreya’yı ise amacı ‘dil ve kültür birliğini sağlamak’ olan İskan Kanununa göre sürgünde tuttu. Nâzım, daha iyi bir dünyada yaşamayı arzu eden fikirlerinin; Cemal Süreya da içine doğduğu ve hâkim sistem tarafından ‘sorun’ olarak tanımlanan kültürel-etnik kimliğinin bedelini ağır biçimde ödedi.

İkisinin yaşam öykülerindeki kesişmeler ilginçtir. Ne Cemal Süreya ailesi ile birlikte seyahat hevesiyle Erzincan’dan Bilecik’e gitti ne de Nâzım, aynı hevesle SSCB topraklarına. İkisinde de sistemin getirdiği mecburiyetler vardı. 1947 yılında 5098 Sayılı Yasa ile isteyenlerin yeniden memleketlerine dönebileceklerine dair düzenleme yapıldığında, Cemal Süreya’nın annesi artık hayatta değildi ve sürgün edildikleri Bilecik’te toprağa verilmişti. Babası da 1957’de hayatını kaybedecek ve aynı yerde toprağa verilecekti. Cemal Süreya için artık pratik bir anlamı kalmasa da sürgünün bittiği yıl, Nâzım için ‘özgürlük kampanyaları’nın başladığı dönemdi. Nâzım, hapisten o kampanyanın sonunda çıktı ve o da yeniden içeri girmemek için gittiği Moskova’da; anavatanından uzaklarda hayatını kaybetti.

Atilla Coşkun’un yazdığına göre (Cem Yayınları, 2002) Nâzım, ilki 1925’te olmak üzere 11 kez yargılanmış; neredeyse iki yılda bir mahkemeye çıkmak zorunda kalmıştı. 1938 yılında hakkındaki son yargılama ile otuz dört yıla yakın ağır hapis cezasına mahkûm edilmiş; 13 yıl aralıksız olarak İstanbul, Ankara, Bursa, Rize ve Çankırı illerinde askeri-sivil cezaevlerinde tutulmuştu. Davalarının konusu genelde ya komünistliğe tahrik ya da kanunun cürüm addettiği fiili övmek ile ilgiliydi. Bunlar, rejimin mutlak otorite politikası nedeniyle açılan siyasi davalardı. Farklılıklara-muhalefete imkân tanımayan 1930’lu yılların milliyetçi politik iklimi, sadece Nâzım için değil, isimsiz pek çok muhalif için böyle ölçüsüz sonuçlar doğurmuştu.

Cemal Süreya’nın öyküsünde Nâzım’a isnat edilen suçlamalar yoktu ama ailesi, aynı sistemin kurmaya çalıştığı ‘kültürel birliğin’ dışındaydı. Etnik-inanç kökleri nedeniyle birliğin dışında kalanları dağıtmak için hükümet iki yıl çalışmış ve bir kanun çıkarmıştı. Kanun uyarınca sadece Pülümür’den 778 aileden 4066 nüfus yerlerinden edilmiş; batının köylerine, her köye bir aile gelecek şekilde ‘serpiştirilmişlerdi.’ Pülümürlü Hüseyin ile Erzincan’ın Karatuş köyünden Gülbeyaz (nüfustaki adı Güllü) hanım; aralarında Cemal Süreya’nın da olduğu çocukları ile bu yasa kapsamında Bilecik’e gönderilmişlerdi. Cemal Süreya’nın ‘Bir yük treninde açtım gözlerimi’ ile başlayan dizeleri bu öyküyü o kadar içeriden-dokunaklı anlatır ki başka söze gerek bile yoktur. Sürgünün nedenini-bağlamını öğrenmek isteyenlere 1934 yılında çıkarılan 2510 Sayılı İskan Kanununu baştan sona okumalarını öneririm.

Nâzım Hikmet ve Cemal Süreya aynı yüzyılın tanığı ve o yüzyılda kurulan politik sistemin mağduru oldular. İkisinin de şiirinde bu öykünün izlerini aramak bir sarraf titizliği gerektirir. Kanaatime göre sosyolojik öyküsü esas olarak hala yazılmamış olan Cumhuriyet de o yüzyılın ürünüdür. Cemal Süreya ve Nâzım’ın öyküleri Cumhuriyet tarihini anlamak için de çok özel bir deneyimdir. Tam da bu bağlamda, Türkiye’nin iki büyük şairini anarken hayatlarının kesişen bu öykülerini, Cumhuriyet’e halel gelmesin kaygısıyla atlamak, herhalde bir yarım anma sayılabilir, çünkü bir yarım anlatıdır.