Rusya’da yayımlanan haftalık “Ogonyok” dergisinin 12 Eylül 2016 tarihli sayısında Nâzım Hikmet’in son eşi Vera Tulyakova’nın kızı Prof. Anna Stepanova ile Kirill Jurenko’nun yaptığı bir söyleşi yayımlandı.

“Sözcükler” dergisi söyleşiyi Ulaş Gökçe’nin Rusçadan çevirisiyle 64. sayısının sayfalarında yer verdi.

Moskova Tiyatro Sanatı Enstitüsü’nde çalışan sanat tarihçisi Stepanova, Vera’nın Nâzım Hikmet ile evlenmeden önce ilk eşi senaryo yazarı Anatoly Stepanova’dan olan kızı…

Nâzım Hikmet, küçük kızın, çünkü Stepanova dokuz yaşındayken tanışmışlardır, ona “baba” demesini istemişse de Vera “Anyuta’nın bir tek babası var” diye buna karşı çıkacaktır.

Stepanova, bu söyleşide Nâzım Hikmet’in Soyvetler Birliği’ndeki yaşamından ilginç sahneler sergiliyor.

Nâzım Hikmet, kadınları kuvvetli bir tutkuyla sevmektedir. Onlara hayranlık duyuyor ve eğlendiriyor.

Vera’nın kızına anlattığına göre bir gün Nâzım Hikmet, bir tramvay kondüktörü kadının elin öpecek, bunun üzerine kadın ağlamaya başlayacaktır.

Çünkü daha önce hiç kimse o kadının elini öpmemiştir.

Stepanova, Nâzım Hikmet’in Türk tarafını da şöyle anlatıyor:

“Divanda bağdaş kurup oturmayı, parlak renkleri severdi ve elbette sade Türk kahvesine bayılırdı.”

Nâzım Hikmet, böyle kahveyi yapmayı Vera’ya öğretecek, Vera da öğrendiğini kızına aktaracaktır.

Stepanova, Nâzım Hikmet’in nasıl kahve yaptığına da şöyle anlatıyor:

“Cezve, iyice ısıtılmış kum döşeli bir tavaya konur. Kahve ilk kez kaynadığında cezveye biraz soğuk damlatılır. Bu bir ki kez tekrarlanır. Üçüncü kez kaynadığında isteğe göre şeker ve biraz tuz eklenir. Kahvenin karıştırılacağı kaşık da sarımsakla ovulur.”

Afiyet, bal şeker olsun!

Nâzım Hikmet, ayrıca baklavayı çok sevmektedir.

Bir gün Vera ile Mısır’dan Moskova’ya dönerken dostlarına armağan için baklava alırlar.

Fakat Nâzım Hikmet, uçakta hepsini yiyip bitirecektir.

Stepanova, Nâzım Hikmet’in 1921 yılının eylül ayında Sovyetler Birliği’ne yola çıktığında başına gelenlerden söz etmektedir.

O yıl Nâzım Hikmet artık komünizmin geldiğini ve paraya gereksinim kalmadığını düşünür. Rugan ayakkabılı iki İstanbullu arkadaş Batum’da sahile çıkmışlardır. Fakat yol parası için ayakkabılarını satmak zorunda kalırlar ve hırpani giysiler içinde Moskova’ya ulaşırlar.

Politeknik Müzesi’ndeki bir gecede Mayakovski “Türk, git ve oku! Nasılsa kimse bir şey anlamayacak” diye Nâzım Hikmet’i sahneye itecek, gerçi kimse bir şey anlamayacaktır, ama herkes şairi coşkuyla alkışlayacaktır.
(Geçmiş zaman, Nâzım Hikmet’in mezarını da ziyaret ettiğimiz bir Moskova gezisinde, akşam büyük bir salonda şair için bir gece düzenlenmişti. İzleyiciler elbette Ruslardı. Oyunlarından örnekler sunuldu. Bir yaşlı şair de Nâzım Hikmet’in şiirlerini okudu. O gece orada bulunan biz Türkler, tek sözcük Rusça bilmesek de hangi şiirler olduğunu anlamıştık; Bahr-i Hazer, Makinalaşmak gibi…)

Nâzım Hikmet, Sovyet tiyatro yönetmeni ve aktör Meyerhold’e büyük hayranlık duymaktadır.

Sık sık işkence gördükten sonra 1940’ın şubat ayında idam edilen Meyerhold’u sormaktadır.

Nâzım Hikmet, 1951 yılında üçüncü kez Moskova’ya gittiğinde Stalin, onu kabul etmeyi planlamıştır. Fakat Yazarlar Birliği, daha önce bir yemek daveti düzenlemiştir.

Nâzım Hikmet, masadakilere Meyerhold’un nerede olduğunu sormaya başlar.

Davetlilerden biri Meyernold’un dağda, tedavide olduğunu söyleyecek ve daha sonra herkes bunu tekrarlayacaktır.

Ve şairin Vera ile ilgili bir anısı:

Vera, Soyuzmultfilm’de çalışmaktadır. Nâzım, her gün elinde çiçekler, çikolata ve şekerlemelerle Vera’yı görmeye gider.

Vera’nın bir arkadaşı Nâzım’a bir gün “Neden sürekli çikolata getiriyorsunuz? Vera çikolata sevmez” diyecek olur.

Nâzım sorar:

“Peki, o zaman ne sever?”

“Salatalık turşusu…”

Nâzım Hikmet, o günden sonra Vera’yı görmeye giderken bir kavanoz içinde üç kilo salatalık turşusu götürecektir.