Ne ‘Decameron’ döneminde, ne de rüyadayız

BUKET UZUNER

Günlerden YİNE Cumartesi.

Sabah YİNE geç kahvaltı.

Kahvaltıda YİNE kızarmış ekşi mayalı ekmek, zeytinyağı ve kekik, peynir, elma ve tarçın. Az sütlü kahve.

Kahvaltıda YİNE radyo.

Radyo ses demek. Radyo kültürün nefesi demek. Radyo uzaklar, yollar, sese bulaşmış duygular, seste saklanamayan niyetler demek...

Dünyanın neresinde yaşansa, öğrencilik yapılsa, bilimci olarak çalışılsa, gezginliğe devam edebilmek ve yaşamak için garsonluk, aşçılık, çocuk bakıcılığı, çevirmenlik, otelcilik, reklam ve sinema yazarlığı, bartender’lik yapılsa, sonra artık nihayet kitaplarımı basmak isteyen yayımcılar bulunca bu kez yazar olarak yollara düşünce, yaşanan otellerde, pansiyonlarda ve yerleşik evlerde hep radyo var.

İçinde bulunulan ülkenin, şehrin yerel istasyonları, oraya ait şarkılar, türküler, şehrin sesleri, yuvarlak dünyanın kendi etrafında dönerken çıkarttığı kendi sesi, “hışt hışt” diye konuşan otların sesi, çocuk kahkahaları, âşık fısıldaşmaları, anne mırıldanışı, baba bakışının sesi, kuşların hayat fışkıran sesleri ve ‘Balık İzlerinin Sesi’.

Uzaktaki ve hiç tanışmadığın sesleri duyabilmek ve yüz yüze gelmeden nefesleri duymak için radyo şart. İnternet üzerinden de radyo, YİNE radyo.

Günlerden YİNE Cumartesiyse birazdan Naim’in (Dilmener) ‘Dünya Dönüyor’ programı var radyoda, arkasından Beysun Gökçin’in ‘Açık Deniz’i. Hem dostların sesi, hem de kim bilir hayatlarını ne pahasına sevdikleri işlere, sanata, bilime adamayı göze almış, hobilerini iş edinebilmiş, yürekli yeni insanlarla YİNE yollara çıkacağız.

Az sonra YİNE biraz sosyal medyayı dolaşır, dünyada ve memlekette neler oluyor bakar, gelecek haftanın seyahat, kitap fuarları, okullarda seminer, kitapçılardaki imza programlarımı, uçak biletleri ve otel bilgilerini gözden geçiririm.

Öğleden sonra YİNE günlük yürüyüşüme çıkar, mahalledeki esnaf arkadaşlarımla kısa sohbetler, sokak kedileri ve köpeklerinin adlarıyla tanıdığım çoğuyla selamlaşmalar, küçük birkaç alışveriş derken, yazı yazdığım kafelerden birinde oturup, ‘Defne Kaman’ın Ateş Macerası’nın bölümlerini çalışırım.

Bugün YİNE Cumartesi, amaaan ne kalabalıktır şimdi bizim mahalle!

Yüzlerce yıllık eğlence merkezi Beyoğlu’nu hayatlarımızdan çıkarttıkları için hafta sonları eğlenmek isteyenlerin büyük bir kısmı YİNE bizim mahalleye gelecek, sokaklara atılan çöplerden, yapılan gürültü ve gösterilen kabalıktan canımız sıkılacak, belki de hiç sokağa çıkmamalı! Eve kapanmak da zor...

Ama! Bir dakika, bugün günlerden 21 Mart 2020 Cumartesi!

Birden yatakta doğrulup hatırlıyorum, aklımdan büyük bir hızla akan bütün düşünceler donuyor, kafamdaki cümlelerin içindeki tüm ‘YİNE’ler birer tabela gibi gürültüyle düşüyor yerlere. Çünkü on gündür Türkiye’de de ‘Koronavirüs Günleri’ yaşadığımızı hatırlıyorum.

Kahvaltıda yediğim ekşi mayalı ekmeği pişiren ustadan, radyoda program yapmaya giden dostlarıma, mahallede sohbet ettiğim esnaftan, otuz yıldır adları değişse de yerleri değişmeyen ‘yazıevim’ sayılan kafelerin işletmecilerine, memleketin ve dünyanın farklı yerlerinde yaşayan arkadaş ve akrabalarıma kadar hepimizin hayatını tehdit eden bir virüs şimdi hayatlarımızı kontrol ediyor. Ve onun yüzünden çoğunu severek kabul ettiğim ‘YİNE’ler yok.

Şimdiye kadar elimizde patlamış mısırla seyrettiğimiz bilim kurgu filmler veya kahve içerek okuduğumuz kurgu romanlarda bizim için yazarlar, senaristler tarafından kurulmuş- benim de ‘Balık İzlerinin Sesi’ romanımda kurduğum - distopya benzeri bir ortamın sahiden içine uyanmak, henüz tam kavrayamadığımız için gerçekliğin parçalanmış bir hâlinde asılı kalmış gibiyim.

Asılı kalmak; araf gibi berbat bir ruh durumu! Bundan kurtulabilmek için tutmaya başladığım Korono Günlükleri’ni okudukça her geçen gün gerçeği biraz daha kavramaya başladığımı anlıyorum. Özellikle kavrayıp, kabul etmenin akıl sağlığı için önemini bilenlere birer Korona Günlüğü tutmaya başlamalarını salık veririm. Örneğin Nisan sonuna dek yapılması planlanmış tüm edebiyat etkinliklerinin, uçak ve otel iptallerinin “dur bakalım”dan “ seneye yaparız” durumuna geçişine aklımın izin vermeye başladığını görmek iyi geliyor. Aklın ve bilimin kaptanlığını kabul edenlere söylüyorum bunları, biliyorsunuz...

Bugün günlerden Korona Cumartesi.

Ey Korona Günlüğü, sen bilmezsin, benim gibi yıllardır ‘evinde çalışabilecek’ bir iş düzeni kurabilmiş biri için bile ‘eve kapalı kalma’ fikri çok ürkütücü. Tanıyanlar bilir, seyahat etmek, yazmak kadar yaşamsal bir ihtiyaç benim için. ‘Evinde çalışmak’ derken bahsi geçen ‘ev’, sadece ‘büro/ ofis/daire’ olmayan mekân anlamınadır, yani mesela bir otel odası veya kafedir. Oysa bize bir süredir haberlerde ve sosyal medyada anlatılanlara bakınca, akıl ve bilim, şu an ciddi bir pandemikle karşı karşıya kaldığımız gerçeğini ve benim de fiziksel anlamıyla ‘evden çalışmak’ zorunda olduğumu kabul etmemi söylüyor.

Bugün günlerden Korona Cumartesi.

Ne kadar süreceğini bilmediğimiz zor, ilginç ve tuhaf bir insanlık deneyinin içindeki denekleriz.

Gerçek şu ki; ne İtalyan yazar Boccacio’nun 1348 yılında Avrupa’da kitlesel ölümlere yol açan Kara Veba salgınından kaçan 7 kadın ve 3 erkeğin karantina hikâyelerinin anlatıldığı ‘Decameron’ dönemindeyiz, ne de rüyadayız. Şu anda 2020 Mart ayında Türkiye’deyiz ve insanlık tarihinde hiç yaşanmamış küresel bir deneyin başındayız.

EY Korona Günlüğü, sen bilmezsin ben mikrobiyoloji ve viroloji okumuş bir biyoloğum. Virüslerin ne kadar güçlü ama o kadar da kırılgan hücreler olduklarını bilirim. COVID19 başka bir mutant forma geçene kadar onu yenebileceğimizi biliyorum. Bilmediğim insanın güvenilmez karakteri.

BU Korona Cumartesi gününü gece saat 9’da balkonlarımızda bizler için yaşamlarını tehlikeye atan doktorlarımız ve sağlık görevlilerini alkışlayarak bitirirken yarın için aklıma gelen ilk kelime: YİNE.

Meğer YİNE ne güzelmiş.

Çünkü ‘Kumral Ada-Mavi Tuna’da yazarın söylediği gibi: “Özgürlük, insanın her gün kendi seçtiği aynı şeyleri yapabilmesidir.”

Dayanışma duygularımla...