Nino, siyasal kuramını, sadece burjuva siyasal oluşumların stratejilerinin hangisinin daha isabetli olduğunu inceleyelim diye geliştirmemişti. Temeldeki kaygısı işçi sınıfına isabetli bir iktidar kuramı vermekti

Ne dersin Nino; Hangi strateji daha isabetli?

GÖKHAN ATILGAN / atılganster@gmail.com
Doç. Dr.

15 Temmuz darbe teşebbüsü, aynı kulvarda olmakla birlikte rakip ve giderek düşman iki siyasal akım arasındaki mücadelenin ‘manevra savaşı’ momentiydi. Ancak mücadelenin bundan öncesi vardı, besbelli, sonrası da olacak. Öncesiyle ve sonrasıyla rakip güçlerin iktidar mücadelesinin birçok açıdan tahlil edilmesi gerekiyor. Bu açılardan biri ‘strateji sorunsalı’ olabilir. Mevzunun strateji tahlili için elimizde olağanüstü inceliklerle dokunmuş bir siyaset kuramı ve onun kavramları var: Yakınlarının kısaca ‘Nino’ dedikleri Antonio Gramsci’nin siyaset kuramı. Bu kuram bize uzun akademik araştırmaların ve tahlillerin çerçevesini verebileceği gibi, daha basit ve popüler yazılar için de anahtarlar sunabilir. Malûm; bu, ikinci türe giren bir yazı ve popüler yazı tarzının bütün risklerini memnuniyetle daha baştan kabulleniyor.

Antonio Gramsci, toplumun organik bir bütünlük olduğunu ve durmaz bir devingenlik içinde yaşadığını belirtir. Bununla beraber koskocaman, her hücresi birbirine bağlı ve sürekli hareket halindeki bütünlüğü inceleyebilmek için onun parçalara ayrılmasının zorunlu olduğunu vurgular. Parçalara ayırma işleminin sadece yöntemsel bir işlem olduğuna ise ısrar ve önemle dikkat çeker. Sonra, toplumsal bütünlüğü iki temel parçaya böler. Birinci parçaya temel yapı (hatta sadece ‘yapı’) der. Temel yapı, üretim dünyasıdır. Bunun üzerine ‘üst yapı’yı yerleştirir. Bu ikinci parçayı kendi içinde üçlü bir ayrıma tabi tutar Gramsci: sivil toplum, politik toplum ve devlet. Bu ayrımlar sadece yöntemsel olduğu için, çözümleme uğrağına göre konum değiştirebilirler Gramsci’nin kuramsal modelinde. Bir açıdan sivil toplum ile politik toplumun toplamı devleti verir, ama bir açıdan sivil toplum ile devlet bir ve aynı şey olarak görünebilir.

Eğitim şart!

Şimdi gelin, buradaki kuramsal modeli Gülencilerin stratejisi üzerine düşünürken kullanmayı deneyelim. Fethullah Gülen, stratejisini sivil toplumu merkeze alarak kurguluyor. Sivil toplumda geliştikçe, temel yapıda güçleneceğini, temel yapıda güçlendikçe sivil toplumda gelişeceğini düşünüyor. Adımlar eğitimle başlıyor. Ne de olsa bizim memleketin ezelî şiarı, ‘Eğitim Şart!’tır ve elbette ceddimiz Cem Yılmaz’ın bir bildiği vardır. Bu şartı yerine getirirken uzun vadeli bir hesaplama yapılıyor. Zira, sivil toplumda gelişmek amaç değil, devleti ve tüm toplumu fethetmenin başlangıcı ve ana yolu. IQ testleriyle proletarya viranlarından devşirilen zeki ve yetenekli çocukların fethedilecek devletin ve toplumun hangi kademelerine yönlendirileceği daha baştan tasarlanıyor. ‘Altın nesil’ namzetleri, bir tür Enderun olarak düşünebileceğimiz ışık evlerinde terbiye ve ıslah edilip sadakat aşısıyla şerbetleniyorlar. O arada kim adliyeye, kim askeriyeye, kim emniyete, kim mülkiyeye, kim tıbbiyeye, kim hariciyeye, kim teknolojiye, kim diyanete, kim kalemiyyeye ve tabii kim temele doğru sarkacak önceden saptanıyor. Sivil toplumda, mümin evlatlarının eğitimi için hayra girip şad olan küçük esnaf ve zanaatkârların himmetleriyle okullar, dersaneler, kurslar, etüd merkezleri açalım, nesil yetiştirelim falan derken memleket dar gelmeye başlıyor. İmanlı ve Türk bir altın nesil dünya sathına yayılsın diye Kamerun’a, Kenya’ya, Madagaskar’a ve daha irili ufaklı envai çeşit ülkeye okullar açılıyor.

Yalnız, eğitim, aynı zamanda akçeli iş; yani ‘tamamen duygusal’ bir yanı da var. Okullar, dershaneler, kurslar para basıyor. Tayyip Erdoğan söyledi daha yenice; Gülencilerin sadece Türkiye’de, sadece dershanelerden, sadece bir yılda kazandıkları para bir milyar lirayı geçiyormuş. Emekçi sınıf davasına bağlı BirGün okurları paradan pek anlamaz ama, bir milyar dediğin acayip büyük bir para, öyle söyleyelim. Nino uyarmıştı hani, sivil toplum ile temel yapı ayrımı tamamen zihinsel diye ya, işte bakın aslında nasıl da bir ve aynı şeyler. Ama olsun mevzuya vakıf olmak için işimize yarıyor bu ayrımlar.

Haydi sınıflara!

Eğitimle bir nesil yetiştirile ve suyun başını tutan muhteremler bunları devletin bütün odalarına doğru yönlendiredursunlar. Sonuçta devletin fethi kırk yıllık iş. Proletarya bahçesinden devşirdiğin çocuk ‘nurevi’nde terbiye edilecek, dersanede eğitilecek, sınava sokulacak, okutulacak, mezun edilecek, misal hakimlik sınavına girecek, kademe kademe ilerleyecek ve Danıştay üyesi olacak. Düşünsenize ne zahmetli ve yıllara yayılan bir iş. Fakat, o zahmetli yıllar sadece dikilen fidanın ağaca dönmesini beklemekle geçmez ki. O kırk yılda sivil toplumda ve temel yapıda iyice güçlenmek lâzım. Gazeteler, radyolar, televizyonlar, dergiler, haber siteleri, yayınevleri ideoloji üretsin ve yaysın. İdeolojinin kapsama alanına girenler vakıflarda, derneklerde, birliklerde, kültür, düşünce ve spor merkezlerinde cem edile edile cemaat kapısına doğru çekilsin. ‘Yüzyılın eğitim hareketi’ İslamiyetin ve Türklüğün gülen yüzü olarak yürüsün de yürüsün. Dünün küçük esnaf ve zanaatkârı, sonranın abdestli beynelmilel burjuvaları, eğitim ihraç edilen yerlere avm’ler, yedi yıldızlı oteller, hastaneler, barajlar falan yapsın, mesela Uganda’ya rafineri kursun. İcabında cemaatin iç burjuvazisi yani, serpildikçe serpilsin. MÜSİAD’mış, TÜSİAD’mış onları geride bıraksın, dua ve himmetle boyu taa arşa çıksın. Sadece patronla, TUSKON’la falan olur mu bu iş; sadık, ibadetkâr, itaatkâr ve kanaatkâr bir işçi sınıfı yetişmeli neticede. O zaman işçi sendikaları kurulsun, ‘bunlar aktif’ olsun, amele sınıfına nurlu ‘ufuk’lar çizsin

Bir küçük teneffüs arası

Hikâye çok uzun tabii. Hani yazsak sabaha kadar bitmez. Ama madem ‘kuramsal’ falan diye iri bir laf ile başladık, disiplinden kopmayalım gene de biz. Lâkin ruhumuzda ‘asî bir serserilik’ de var, burayı geçerken müsaade buyurun da bazı liberal ahbaplarımıza bir lâf atalım. Cemaat, bal gibi sivil toplum örgütü müymüş, İslamcılık ile liberalizm yağ ile bal gibi karışınca tadından yenmez miymiş? Ne dersiniz? Görünüşte serbest piyasa ekonomisinde aktör muhteremler, ama, patron olan birisi fabrikasının işçi yemekhanesini genişleteceği zaman Hazretten icazet istiyor. Açık toplumun liberal bireyleri bunlar, ama imamlarından izin almadan abdest alamıyorlar. Zira, cemaat dediğin, her kademesinde artan dozda otoriterlik ve tâbiyet ilişkilerinden mürekkep bir örgütlenme. Sivil toplum dediğin, cemaat rahminden nur topu gibi bir demokrasi çocuğu değil, ateş topları saçan sürreel bir darbe doğuruyor. Abant falan da, bu acayip işin üzerine içilecek bir bardak kaynak suyunun markası oluyor, ola ola.

Sakın ha, bırakma temkini

Nerede kalmıştık? Fethullah Gülen, stratejisini, sivil toplumu merkeze alarak kurguluyordu. Sivil toplum tahtasından zıplayarak devleti fethedecek, tahtayı iyice yükseltmek için ‘temel’i iyi dökecekti. En nihayetinde de tüm toplumu zapt edecekti. Güzel de, bu nasıl bir politik strateji ki, içinde politik toplum yok? Yok; çünkü, bu kurguya göre, politik toplum işin en kolay yanı, en son yönü. Devlet fethedilince, sivil toplum bir ağ tabakası gibi kaplanınca, temel yapı sağlamca örülüp sermaye iyice biriktirilince, emperyalizm de bir güzel tava getirilince politik toplumun zaptı tek bir işarete bakar. Gülen boşuna dememiş, “tüm dünyayı zapt edene kadar her hareketiniz erken olur” diye. Boşuna buyurmamış müridlerine “temkin, temkin temkin” diye. Sivil toplumda, devlette, diplomaside ve ekonomide işleri tamama erdirene dek sabırla, sadakatle, imanla, inançla beklenecek. Armut pişince, kendiliğinden, doğal olarak, ağızın içine düşecek zaten. Tabii o zaman tadından yenmeyecek. Hazreti peygamber, rüyaya girecek ve “Ya Gülen, vakit geldi, al ceketini, bin uçağa, dön memleketinin başına” diyecek. İş ki o vakte, ossaate kadar bir yanlış yapılmasın, yanlış bir adım atılmasın.

Gene bağladık sermayeye

Serimizde sadece asî bir serserilik yok ki sevgili okurlar, vazgeçilmez Marksistlik de var, neticede işi ‘tamamen duygusal’ bir nedene, yani kapitalist âlemin en baştançıkarıcı, en cilveli, en cazibeli, en çekici şeyine, yani sermayeye bağlayacağız, hazır olun.

Tayyip Erdoğan ne demişti, 3 Ağustos’taki o çok önemli açıklamasında, hatırlayalım bir: ‘Ayrı yollardan, aynı menzile gidiyorduk.’ Peki neydi önce çekişme, sonra çatışma ve en nihayetinde de savaş çıkaran mesele? Erdoğan buna 30 Ağustosta cevap verdi: “Ne zaman ki dershaneler kapatılsın dedik... Tüm iş orada koptu. Sadece dershanelerden gelirleri yılda bir milyar liradan fazlaydı.” Yani? Bunlar din iman, eğitim falan derken malı götürüyorlarmış meğer. Ne servetler, ne sermayeler, ne mülkler, ne mallar bunların havuzuna akıyormuş meğer. Peki Erdoğan “dershaneler kapansın” dedi ve “tüm iş orada koptu” da ne oldu? 17/25 Aralık. Yani, Gülenciler, bir yolsuzluk örgütü soruşturması başlattılar yine Erdoğan’ın anlatımına göre, örgütün en başına Erdoğan’ı, altında Binali Yıldırım’ı, enerji bakanını, Bilal Erdoğan’ı, birkaç tane de işadamını yazdılar. Bu örgüt yolsuzluk örgütüymüş, öyle iddia ediyorlar. Yani? Gülencilere göre de bunlar din, iman, İslam derken malı götürüyorlarmış meğer. Parayı, mülkü, serveti, sermayeyi kendilerine doğru güdüyorlarmış. Gene işi götürdü sermayeye bağladı, diyecek olan varsa, cevabımız hazır: biz değil, kendileri bağlıyorlar, gördüğünüz gibi.

Ufak bir karşılaştırma

Gülenciler, yıllardır sivil toplumun mevzilerinde ya da siperlerinde verdikleri rıza ve iknaya dayalı şiddetsiz savaşları birer birer kazandılar. Bu yoldan ilerleyerek temel yapıyı, devleti ve sivil toplumu öyle bir kuşattılar ki, hayrete düştüğümüz kadar var. Erdoğan ise bunun tersi bir yolu izledi. Politik toplumun basamaklarını tek tık tırmandı, çıraklık, stajyerlik, kalfalık falan derken zamanla politik toplumun en popüler kişisi oldu. Girdiği seçimleri öyle veya böyle birer birer ve neredeyse hep daha çok desteklerle kazandı. Politik toplumda kazandığı güç ve meşruiyet ile temel yapının, sivil toplumun ve dehlizleriyle devlet aygıtının zaptına yöneldi. Devlet desteğiyle kendi burjuvalarını yarattı, burjuva ve işçi sendikalarını dönüştürebildiği kadar dönüştürdü, medyada, kültürde, sporda, sanatta, fikir âleminde kendine göre mevziler kurdu ve bunları güçlendirdi. Yasama gücünü kullanarak devleti meşrebince yeniden yapılandırmaya çalıştı. Toplumsal çapta bir hegemonya tesis ederken en büyük rakibinin dost bildiği cemaat olduğunu görür görmez, siyasal toplumdaki meşruiyetini, yasama organındaki tekliğini ve devlet aygıtındaki patronluğunu kullanarak, Gülencileri darmadağın etmeye, canlarını yakmaya ve yanı sıra da onları hızla meşruiyet sınırlarının dışına sürmeye başladı. Gülenciler ne kadar dağılırsa, ne kadar canları yanarsa kendilerini daha çok meşruiyet dışına çıkaracak işlere yeltenmeye başladılar. En nihayetinde ’ya ölüm ya kalım’ deyip, manevra savaşını erkene çektiler. ‘Siper’lerde on yıllar boyu kazandıkları hemen her şeyi ‘manevra’da tek bir günde yitirdiler. Yenildiler. Ama yenilmeyebilirlerdi. O zaman da Türkiye tarihi bambaşka akardı. Bu ayrı mesele.

Bizim buradaki konumuz bakımından önemli olan, her iki stratejinin de güçlü ve zayıf yanlarının olması. Gülen’in stratejisinin zayıf yanı, siyasal toplumun modern toplumdaki önemini, dönüştürücü potansiyelini ve siyasal iktidarın en önemli meşruiyet kaynağı olduğunu yeterince hesap etmemesi. Erdoğan’ın zayıf yanı ise, sivil toplumda politik toplumda olduğu oranda örgütlenememesi ve yanı sıra da devletin kumanda düğmelerini elinde tutmakla birlikte kumanda odası personeline yeterince hâkim olamaması. Tersinden de söyleyelim: Gülen’in stratejinin güçlü yanı, temel yapıda, sivil toplumda ve devletin kumanda odalarında çok ama çok güçlenmiş olması. Erdoğan’ın stratejisinin güçlü yanı ise, meşruiyeti ve dönüştürücü kapasitesi en yüksek olan politik toplumda aşırı bir desteği kısa bir dönem içinde kazanması ve kapitalizm çağının en güçlü ideolojisi konumundaki ‘demokrasi ideoloji’sini toplumsal bir rızanın tesisinde hünerle kullanabilmesi. Zayıf yanlar, ikisinden birinin mağlubiyetini; ama stratejik olarak güçlü yanlar da ikisinden birinin galibiyetini getirebilirdi. Yani kimin galip, kimin mağlup olacağı önceden belli değildi.

Haydi Final

Finale gelelim. Nino, siyasal kuramını, sadece burjuva siyasal oluşumların stratejilerinin hangisinin daha isabetli olduğunu inceleyelim diye geliştirmemişti. Temeldeki kaygısı işçi sınıfına isabetli bir iktidar kuramı vermekti. Günümüz Türkiye’sinde iktidar alternatiflerinin ikisinin de burjuva İslamcı hareketlerden çıkmasıdır, esas düşündürücü olan. Onların siyasal stratejilerinin sahiden ve ciddiyetle incelenmesinin faydası ise başka bir dünyanın kapılarını açacak bir iktidar stratejisi için dersler çıkarmak olabilir. Sosyalistler sivil toplumun, siyasal toplumun, temel yapının ve devletin neresinde ve ne kadarlarsa yeni bir dünyaya yol verecek siyasal iktidara da o kadar yakın ya da o kadar uzaklar. Ne dersin Nino, öyle değil mi?