Ölüm hakkında ne kadar az şey biliyoruz. İnsanın hep korktuğu, denetimi altına alamadığı sayılı şeylerden biridir. Durmadan geciktirilmeye çalışılan, varlığı sürekli inkâr edilendir. Oysa kesin ve kaçınılmazdır, doğduğumuz an bir gün öleceğimiz belli olmuştur. Bunu biliriz, ama gene de her ölümde şaşırır, panik oluruz.

Ne doğmaktan vazgeçebilir ne de ölümden kaçabiliriz

Yaşamı sürdürmekle bu denli meşgul olmamızın nedeni ölmek zorunda olduğumuzu bilmemizdir.
Z. Bauman

Hayatımızın en önemli iki olayı üzerinde hiç kontrolümüz yoktur ve ikisini de deneyimleyemeyiz.
Doğduğumuza sevinemediğimiz gibi öldüğümüze de üzülemeyiz!

Ölüm: Bir insan, bir hayvan veya bitkide hayatın tam ve kesin olarak sona ermesi, ahiret yolculuğu, ebedî uyku, emrihak, irtihal, memat, mevt, vefat.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü.

Buna tıpta ölüm, beyin ölümü, hukukta ölüm gibi çok çeşitli detaylar içeren, değişik tanımlar ekleyebiliriz. “Hayatın tam ve kesin sona ermesi” ne demektir? “Hayatımız”, mesela 1.65’lik boyumuz ve 64 kg.’lık kütlemizin kapladığı hacimden mi ibarettir? O gidince ölür müyüz? Ölümsüz eserler bırakmak da artık bir çözüm değil. ‘Ölümsüzlüğün’ ölümü 20. yüzyıl ortalarında çoktan ilan edildi. On dakikalık şöhretler çağında ölümsüzlük sadece yüreklerde kaldı. Ne kadar hayata dokunur ne kadar yüreğe girmeyi başarırsak, adımızı anan bizi hatırlayan son kişi ölene kadar hâlâ yaşarız.
Ölüm hakkında ne kadar az şey biliyoruz. İnsanın hep korktuğu, denetimi altına alamadığı sayılı şeylerden biridir. Durmadan geciktirilmeye çalışılan, varlığı sürekli inkâr edilendir. Oysa kesin ve kaçınılmazdır, doğduğumuz an bir gün öleceğimiz belli olmuştur. Bunu biliriz ama gene de her ölümde şaşırır, panik oluruz. Sanki hiç bilmediğimiz, hiç beklenmeyen bir şey olmuştur. Yaptığımız anlaşmada sanki ölüm yoktur da birden karşımıza çıkarılmıştır.

Hem inkârcı hem inatçıyızdır!

‘Ölümlü dünya’, ‘bir gün hepimiz öleceğiz’ gibi sözlerle biliyormuş gibi yaparız. Aslı ise her gün bir yerlerde birçok insan bir şekilde ölür ama bu, şu an ve burada değildir ve kesinlikle bu ben değilim demektir. Başkalarının kaybı kendi kaybımız kadar acı verici, kendi ölümümüz kadar da korkutucu değildir. Çünkü ölüm varsa hayat da var demektir. İşte tam orada, kendi hayatımızı, var oluşumuzu sorgulamak gerekir.

Ölüm? Bugün değil! Daima daha yapacak çok işimiz vardır.

Ölüm değilse, peki ‘hayat’? Şu zavallı hayatımız, ‘hayat’ mıdır? “Nefes alan her şey yaşıyor mudur?”1

Bunu düşünmek içinse çok daha fazla zamana ihtiyacımız vardır.

Ölümden korkarız ama aslında en acısız ölüm ‘kendi’ ölümümüz olacaktır. Hayatımızın en önemli iki olayını deneyimleyemeyiz. Doğduğumuza sevinemediğimiz gibi, öldüğümüze de üzülemeyiz! Kendi ölümümüzü hiç bilmeyeceğiz, kendi arkamızdan ağlamayacağız.

Pişmanlığa yer yoktur, cevap arama ve bulma vakti artık çoktan geçmiştir.

Eski Anadolu’da mezarlıklar hayatla iç içe, mahalle aralarında, cami yanlarında, yerleşimin güzel tepe ve manzaralı yerlerinde kurulurmuş. İstanbul’un en büyük sur dışı mezarlıkları Karacaahmet (Üsküdar) ve Eyüp Mezarlığı olsa da, Boğaz kıyısında bir tepede yer alan ve “Burada yatılır” dedirten Aşiyan mezarlığı gibi Boğaz’ın iki yanında çeşitli dönemlerde oluşmuş birçok küçük mezarlık vardır.

Yahya Kemal Beyatlı bir gün İstanbul’un nüfusunu soran bir Avrupalıya, “Biz yerin altındakilerle beraber yaşarız”2 demiş.
Hâlâ öyle miyiz? Ölüm ve yaşam bir arada mı? Her şeyi estetize etmeyi seven çağımız, yaşlılığı ve ölümü de bir şekilde görünmez yapmıştır. Gençlik kutsanır, sağlıklı bedenler makbuldür, hastalık adeta kendi kabahatimizdir.

“Modern zamanlarda ‘ölüm’ sanki ‘dışarıdan gelen bir şey’miş gibi yadsınır; kişi ölmez, bir şey tarafından ‘öldürülür’- O’nu öldüren neydi?- diye sorma ihtiyacı duyarız.”3

Yaşlı mıymış? Hasta mıymış? Kalpten öldüyse, hâlâ sigara içiyordu, çok kiloluydu gibi şeyler söyleriz –biz içmeyiz, kilo da vermeliyiz!- . Proje bedenlerle kendimizi ölüme karşı koruduğumuzu düşünürüz. Ölümün hep makul sebepleri vardır ve bizden uzaktır. Kalbimiz durur, böbreğimiz kurur, 100 yaşında bile ölsek bir sebep bulunur. Oysa ölümlü olduğumuz için ölürüz, bir gün gelir artık hayatımız sona erer ve gideriz.

“Öldü çünkü ölümlüydü!” diyemeyiz. “Hayatını kaybetti” deriz, doktorlar “Hastayı kaybettik” derler. Anahtarımı kaybettim denilince, nerede unuttun, nerede bıraktın diye sorulur. Düşünürüz, kendimize kızarız, olabilecek yerleri ararız. ‘kaybetmek’ içinde bulmayı da barındırır. Koş bul onu, nerede benim hastam? Ama ölümle kaybettiğimizi tekrar ‘bulma’ şansımız yoktur. “Hastamız artık yok” diyemedikleri için mi “Kaybettik” denir? Daha az mı acıtır?

Hayatımızdan ve toplumdan ayrılan her birey büyük bir boşluk, yas, üzüntü, yıkım yaratır. Bu yüzden her ölüm bireysel olduğu kadar da toplumsal bir olaydır. Toplum, sağlıklı bireyleri ile devamlılığını sürdürmek zorundadır bunun için de din ve ‘kültür’ ilk çağlardan beri hizmetimizde olmuştur.

İlk çağlardan beri de ‘ölü’ye saygı ile yaklaşılmış, korunmuş, şartlara, adetlere dinlere göre bir şekilde üzeri örtülmüş, yıkanmış, temizlenmiştir. Yakılarak, kaya kavuklarına konularak, denize bırakılarak, gömülerek ya da ‘sessiz kulelerde’ yırtıcı kuşların işbirliği ile bedenin bir şekilde doğaya dönmesi sağlanmıştır.

Bireyin kaybı ile yaşanan boşluğu doldurmaya çalışan dini ve kültürel motifler, seremonilerin bir kısmı kalanların hayata devamını kolaylaştırıp kırılma anını yumuşatmaya çalışan önlemlerdir. Bir kısmı da hiç bilmediğimiz bir yolculuğa gönderdiğimiz sevdiğimizin gidişini, orada kabulünü kolaylaştırma çabasıdır.

İnsan, ölüm karşısında çaresizdir. Belki biraz geciktirebiliriz ama ölen için artık hiçbir şey yapamayacağımızı biliriz. Gene de bunu inkâr ederiz, bir şeyler yapıyor olmak isteriz. Ölümden sonra hayat inancı ilkçağlardan, Mısır’dan beri bu kabulü biraz daha kolaylaştırmıştır. Ölümün bir son olmadığını düşünmek isteriz.

Bu yüzden törenlerimizin büyük bir kısmı, çabalarımız hep O’nun, orada rahat ettiğini bilme arzusudur. Nur içinde yatsınlar, melekler yoldaşı, mekânları cennet olsun isteriz.

ne-dogmaktan-vazgecebilir-ne-de-olumden-kacabiliriz-737980-1.
Daha yeni, Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek 323 günlük ölüm orucundan sonra hastanede hayatını kaybetti. Evet, ‘kaybetti’, çünkü sesini duyan olsaydı hayatı kaybolmayabilirdi. Memleketi Kayseri’ye götürülen cenazesi; bir grup tarafından, buraya gömmeyin, gömerseniz topraktan çıkarır yakarız diye tehdit edildi. İlk çağlarda bile mağara duvarlarına ölülerini anan şekiller çizenler utandı. Onlar utanmadı.

“Kültür... Zihnimizi ölümden uzaklaştıran tehlikeli bir aşk iksiridir. Kültürün en yalın anlatım biçimi bir Mısır mezarıdır; burada her şey gereksiz yere yatar, araç ve gereçler, mücevherler, yiyecekler, resimler, heykeller, dua kitapları, ama yine de ölü adam diri değildir.”4

Yüzyılda bir görülebilecek bir durumu yaşadığımız şu pandemi günlerinde, ölümle ilişkimiz de değişti. Artık her akşam, hava durumu takip eder gibi o günkü hasta ve ölüm sayısını alıyoruz. Turkuaz bir grafiğin üçüncü sırasında “Bugünkü vefat sayısı” diye bir satır var. Worldometers web sayfasında dünyadaki hasta ve ölüm sayılarının hesabı tutulur Borsa gibi takip ediyor ve elbette ki üzülüyoruz ama bu günlerde ölümün diğer zamanlardaki ölümlerden daha da fazla bir ‘ölüm’ olduğunu başımıza gelince anlıyoruz. Çünkü yalnızız. Her gün tüm dünyada ölülerimizi sessiz sedasız, üç beş kişiyle yapılan cenaze törenleri ile gömüyoruz. Sonra yalnız, evlerimize dönüyoruz.

17 Mayıs 2020 Pazar günü 94 yaşındaki annemin ‘hayatı sona erdi’.

Yaşlı annemiz yoğun bakımda, kapısında bekleyemiyoruz. Doktor otoparka inip bilgi veriyor, sevecen, yumuşak, hazırlıklı olun diyor. Eve dönüyoruz. Sokağa çıkma yasağı var; kardeşler, hepimiz kendi evimizde, birbirimize koşup birlikte olamıyoruz. Hastaneden ararlarsa diye telefonda konuşmaktan bile sakınıyoruz.

İki aydır markete bile gitmemişiz, sonra birden kendimizi hastane morgunda annemizi yıkarken buluyoruz. Artık, ‘Senin üstün ince değil mi?’ diyen dil susmuş, gözler kapanmış. Bir asra yakın annemi taşımış o narin beden önümüzde. Açık bir yaranın üzerindeki bandını sökerken, teni acıyacak diye minik minik kaldırırken, yıkayıcı kadın teselli ediyor: “Artık onun canı hiç yanmayacak yavrum!”

Rahatlıyorum. Hala inkâr ettiğim, bilmezden geldiğim bu bilginin bana verilmesi gerekiyordu, annemin artık ölü olduğunu anlamam için. Yaptığı işi bu kadar güzel ve doğal yapan o muhteşem kadınla birlikte, o metal masalı serin ve gri hastane gusülhanesi sevgi ve şefkat dolu ve biz iki dünya arasında bir yerde kutsal bir görevdeyiz. Annemi bir bebek gibi yıkayıp sarıp sarmalıyoruz; bütün yaşadıkları, anıları, gördükleri, şahitlikleri, bildikleri ile birlikte bir devri kapatıyoruz. O asude bahar ülkesine, güzel bir yolculuğa uğurlar gibi gül kokuları ile hazırlıyoruz.

Şanslıyız, Covid-19 olmadığı için en azından bu şekilde vedalaşabiliyoruz.

Doğum ve düğünler gibi cenaze törenleri de hep dayanışmanın, toplumsal birlikteliğin en çok yaşandığı törenler olmuştur. Cenazelerde her zaman yanınızda ne yapılacağını bilen aile büyükleri, kalabalık cenaze evleri, sarılıp ağlaşmalar, bir lokma bir şey ye diye zorlayan sevenler, en eski anılar, eşten dosttan gelen türlü yiyecekler, kavrulan helvanın kokusu. Ön odada okunan duanın sesi.

Salgında ve sokağa çıkma yasağında hiçbiri yok.

Üzüntü ile birlikte, cenaze nakil izni, seyahat izni gibi formalitelerle uğraşıyoruz. Çünkü annemizi babamızın yanına götürmek istiyoruz. Sarılamadan, kucaklaşamadan, oğlum bile yanımda olamadan, toplam iki elin parmağı kadar bir grup insan annemi; babamın ve daha büyük atalarımızın yanına, evine bırakıyoruz. Sabah geldiğimiz şehirlerarası yolu öğleden sonra geri dönüyoruz. Gece evde, iki kişi, öyle sessiz oturuyoruz. Sadece hane halkı, evimizde yalnızız.

Şimdi toprak altında olan hayatı sona eren annemi, ölen, öldürülen ve kaybedilenleri, toprak altına verdiğimiz tüm gençleri, çocukları, cephelerde, dağlarda, göç yollarında mezar taşı bile olmayanları düşünüyorum.

Daha yeni, Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek 323 günlük ölüm orucundan sonra hastanede hayatını kaybetti. Evet, ‘kaybetti’ çünkü sesini duyan olsaydı hayatı kaybolmayabilirdi. Memleketi Kayseri’ye götürülen cenazesi; bir grup tarafından, buraya gömmeyin, gömerseniz topraktan çıkarır yakarız diye tehdit edildi. İlk çağlarda bile mağara duvarlarına ölülerini anan şekiller çizenler utandı. Onlar utanmadı.

Van’da karantina bölgesi bir mahalleye yardım götüren destek ekibinden iki kişi öldürüldü.

Toprağa verildikleri gece acaba ana babaları, eşleri, sevgilileri ne düşündü.

Ölenle ölünmez derler ama bazen ölünür. Defalarca ölünür. En kötüsü de toplumca ölünür. ‘Ölmeden ölmek’ ölümden daha zordur. Çünkü biliriz, görürüz, acısını duyarız. Cenazemiz de ortada kalmıştır, artık canlı cenazeyizdir. Canlı cenaze bir toplumda, artık hayat yoktur. Gerekirse her gün, yeniden tek tek kalkıp kendi cenazemizi kaldırmak zorundayız!

Gidenler gider, arkalarında kocaman bir boşluk bırakır. Kalanlar ise devam etmek zorundadır. Bu yüzden de başımız sağ olsun, başımız yaralarımız sağalsın, dostlar sağ olsun, çocuklarımıza ömür olsun, sabrımız bol olsun.

3,8 milyar yıl önce dünyamızda başlayan biyolojik hayatın parçası olarak evrilmiş bir ölümlü olduğumuzu unutmadan, kibrimizle kendimizi ve tüm dünyayı yok etmeden önce yaşamayı ve ölmeyi öğrenmek dileği ile!

1Cioran, E. M. (2000). Çürümenin Kitabıç İstanbul: Metis Yay.

2Sağır, A. (2012) Toplu Merasimlerden Belediye Hizmetlerine Kurumsallaşan Ölüm Bağlamında Bir Ölüm Sosyolojisi Denemesi Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 7/2 Spring 2012, p.903-925 , ANKARA/TURKEY
3Bauman, Z. (2000). Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri. İstanbul: Ayrıntı Yay. (s.182)
4i.b.i.d. (s. 48)