Seçimler geride kaldı. Unutulmayacaklar: ilk saatleri oldukça tuhaf geçen ajanslar arası veri savaşları, seçim gecesi yaşanan elektrik kesintileri, halkın devlete güvenmediği için sabahlara kadar sandık başında oylarına sahip çıkması, Ankara’da yaşanan aleni kumpas ve mevcut belediye başkanının yanına adalet bakanını alarak yaptığı basın toplantısı, bu sefer gerçekten çok samimi olan balkon konuşması, son zamanların en tartışmalı oy sayım süreci ve AKP’nin her hesaba göre geçen yerel seçimlerin üzerine çıkan “seçim başarısı”.

Seçmen sayısı kadar dünya var, eyvallah, ama bugün Türkiye’de dünyalar bu kadar bölünmüşse, bunun temel sebebi medyanın büyük ölçüde iktidar kontrolü altında olması. Bunun nesnel verilerini seçim öncesi adaylara ayrılan yayın dakikalarında, parti liderlerinin canlı yayınlanan mitinglerinin sayısında, medyanın ve siyasetin finansmanına dair ortaya çıkan son bilgilerde bulmak mümkün. İnternet sınırlamalarının kapsam ve zamanlamasını da bu haneye yazabiliriz. Yani bütün seçmenlerin aynı bilgi ve haberlere erişimi yok. Sanıldığının aksine bu, o bilgi ve haberlere erişimi olanların gösterdiği psikolojik dirençten çok daha ciddi bir sorun.

Bu tabloda kolay ve hızlı bir değişim olmayacağına göre, önümüzdeki iki seçimden, belki de bir arada yapılması gündeme gelecek cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimlerden önce mevcut durumdan rahatsız olanların üzerinde durması gereken en önemli şey, bu medya karartmasına rağmen dünyaları biraz olsun ortaklaştırmanın yolunu bulmak olacak.

Bunun nasıl olacağını bilmiyorum. Ama güdüsel tepkilerle olmayacağını biliyorum. Aziz Nesin’in meşhur sözünü tekrarlayarak olmayacak. Topluca İzmir’e taşınma hayalleri kurarak olmayacak. İçimize kapanarak olmayacak. Lanet okuyarak olmayacak. Binlerce insanın yıllarını çalan bir çevreye bel bağlayarak olmayacak. Yangın sürerken itfaiyenin rengini tartışarak olmayacak. Öfkeden yaratıcılık çıkarmadan olmayacak.

Şu an artık neredeyse hiçbir ortak aidiyeti kalmamış gibi gözüken dev kitlelerin dünyaları birbirine nasıl yaklaşacak bilmiyorum, ama bu toplumun nisbeten iyi eğitimli ve bir çoğu politikayla yeni haşır neşir olan, kazandığı parayı şu veya bu iktidara değil de kendi mesleki birikimine borçlu olan insanlarının 31 Mart sabahı yaşadığı küskünlük duygusu, eğer önümüzdeki iki seçimin ardından aynen ya da artarak sürerse, beyin göçü kavramının tarif etmekte zayıf kalacağı bir kaçış trendine yol açacak. Bu istesek de, istemesek de olacak, çünkü mesleğini modern dünyanın herhangi bir yerinde icra ederek hem daha çok para kazanabilecek hem de daha yüksek yaşam standardına sahip olabilecek yüz binlerce insan için burası pekala kaçabilecekleri bir hapishaneye dönüşmekte. (Gençliği darbeye, muhakemesi hıncına kurban olmuş abi ve ablalar, hemen “daha kötü zamanlar gördük” diye sayıklamaya başlamayın diye: evet, hapishane eski; meslek sahibi kitlenin kalitesi ve kaçma imkanı yeni olan).

Bu olmadan önce, bir defa daha, kendini bu seçim sonrasında yenilmiş hisseden herkesi, bu ülkede var olmasına izin verilmeyen Rumların, Ermenilerin ve inadına burayı sahiplenen Kürtlerin öyküsüne daha yakından bakmaya davet ediyorum. İnanıyorum ki bu, “ne günahımız vardı” sorusunu içinden geçiren herkese birkaç cevap sunacaktır.

Son söz ise Ece Temelkuran’dan: “Eğer Diyarbakır zindanında her türlü işkenceden geçen Gültan Kışanak o şehre belediye başkanı olduysa kimsenin yılma hakkı yoktur”.