Aradan kırk küsur yıl geçmesine karşın, 12 Eylül 1980, geçmişte bıraktığımız uzak bir anı olarak kalamadı. Bir hayalet gibi aramızda dolaşan- hatta bir hayaletten de fazlası- kimliği, kişiliği olan bir tarih gibi. Bugün yaşadığımız ne varsa hep o günlerin devamı.

Ne olacak bütün bunlar?

Semiha DURAK

Bulutsuzluk Özlemi şarkısının içinden çocukluğum çıktı. Kısa bir süre önce elime geçen, daha önce hiç görmediğim, eski bir fotoğrafın fonunda duydum şarkıyı. Binlerce sayfalık bir kitap ağırlığındaydı fotoğraf. Kederli yüzleriyle oturan kadınlar, sonsuz bir derinlikle bugüne bakıyor. Günlerin ağırlığı kucaklarında, omuz başlarında, bakışlarında. Fotoğrafın bir köşesinde, bambaşka bir dünyanın içinde iki küçük kız çocuğu, sarmaş dolaş, sıcacık, kocaman gülümsüyor. Çocuklardan biri benim. Fonda duyduğum şarkı; Cezaevinde Bayram Görüşmesi.

Türkiye siyasi tarihi, bir ışık patlamasıyla zamanın donduğu saniyelik anlardan birine sığdırılmış.


Fotoğrafın çekildiği tarih; 1985. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin üzerinden beş yıl; koskoca bir ülkenin geçmişinin ve geleceğinin üzerinden tanklar geçmiş. Arkadaşım Deniz ve ben, o sırada neler olduğunun farkında değilmiş gibi kameraya umutla, sevinçle gülümsüyor olsak da etrafımızı saran acı, keder, gözyaşı genlerimize ve isimlerimize işleyecek kadar güçlü. İçeride kaç kişi var, dışarıda kaç kişiyiz? Neden oradalar ve biz neden buradayız? Hala bunun cevabını verecek durumda değilim, değiliz. Bugüne taşınan, yarına aktarılan acıların, hak ihlallerinin cevabını ve hesabını vermesi gerekenler ise çekip gittiler buralardan. Adaletsizliğin yükünü ikiye katlıyor yoklukları. Üstü örtülmüş, kapatılmış çığlık attığımız bütün kuyuların kapakları.

Bizim fotoğrafın çekildiği aynı günlerde, 1985’te, kilometrelerce uzaktaki Arjantin mahkemelerinde bizdekilere benzemeyen bir hareketlilik var. Nürnberg’den bu yana, sivil mahkeme tarafından diktatör rejime karşı açılan tarihin ilk büyük kamu davası görülüyor. Kuyuların kapakları açılmış.

Bu yıl gördüğüm en iyi filmlerden biri olan Arjantin 1985 sayesinde Cuntaların Yargılanması olarak bilinen bu dönemin yaşandığı olayları sanki içindeymişim, oradaymışım gibi izleyebildim. Gerçek olaylara dayanan hikâye, Arjantin’in en kanlı diktatörlüğünün sorumlularının (1976–1983) yargılanması için savcı Julio César Strassera liderliğindeki bir grup avukatın çalışmasına odaklanıyor. Mahkeme sahneleri öylesine gerçekti ki, film boyunca kendimi sinema salonu değil, mahkeme salonundaymış gibi hissetim. Tanık ifadelerini dinlerken ve savcı Strassera’nın “Nunca Más” (‘Bir Daha Asla’) sloganıyla yaptığı kapanış konuşması sırasında salondaki bütün seyircilerle birlikte gözyaşlarına boğuldum. Filmin sonunda ayakta, coşkuyla alkışladığımız sadece bir sanat eseri değildi. Hafıza, hakikat ve adalet kavramlarının gerçek tanımıyla karşılaşmış olmanın sevinci ve umudu vardı salondakilerin ıslak gözlerinde. Filmin bu kadar içine girebilmiş olmamın nedeni, filmin başarısı kadar içinden çıkamadığım o çocukluk fotoğrafımda gizli, kuşkusuz.

ne-olacak-butun-bunlar-1098917-1.



Arjantin ve Türkiye’nin askeri darbeler tarihi açısından gösterdiği benzerlikler defalarca yazıldı, çizildi, konuşuldu. Tutuklamalar, işkenceler, gözaltında kaybedilenlerin ardından dirençle, inatla yıllarca meydanları dolduran gözü yaşlı anneler, bu iki uzak ülkenin çok iyi bildiği acılar. Ama Arjantin’in kirli tarihiyle sıcağı sıcağına yüzleşerek çoktan hesaplaşmaya başlamış olması, aramızda derin bir uçurum yaratıyor. Biz hala o eski fotoğrafların içinde donup kalmış, soluk yüzlerden başka birşey değiliz. Ölülerimizle vedalaşamadık henüz. Kaybolan herkesin boşluğunda, hiçliğinde biraz da biz varız. Susuyoruz, unutmuş gibi yapıyoruz travmalarımızı. Ama hep bir yerlerden çıkıyor, patlıyor nedenini anlayamadığımız davranış bozukluklarımız.

Yıkıntılar içinden yükselen çirkin gökdelenlerin gölgesinde ve kısa devre yapmış neon lambalarının içinde gizlenmiş karanlıklarımız. Gürültülü sessizlikler ve kalabalık yalnızlıklar çağının boşluğunda asılı kalmış unutkanlıklarımız. Çok mu kasvetli oldu? Ama kasveti dağıtmanın tek yolu, onun içinden geçmek. Korkularından başka kaybedecek bir şeylerinin kalmadığını anladıklarında, sahip oldukları üç büyük gücü; cesaret, akıl ve dayanışmayı hatırlayan Latin Amerika halklarının yaptığı buydu. Formül karışık değil; kulağa klişe gelse de hafıza, hakikat ve adalete ulaşmanın yolu tekrar edip hatırlatmaktan geçiyor. Yüzleşmek ve ‘bir daha asla’ yaşamamak için.

En iyimser yanım evrimlerini, devrimlerini değişik zamanlarda deneyimlemiş; aynı zaman diliminde başka coğrafyalarda, biri demir, diğeri bakır farklı çağları yaşamış eski toplukları hatırlatıyor bana. O zaman diyorum, bize de sıra gelecek bir gün.

Peki bizim durduğumuz yerde, adaletin hukuksal yollarla sağlanamadığı durumlarda ne yapılabilir? Bu soruyla yola çıkan ve açılışını 12 Eylül 2022’de yapan Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi’nin varlığı önemli ve değerli. Sözlü Tarih, Dava Dosyaları ve Bellek Nesneleri koleksiyonlarıyla dijital bir hafıza mekanı olan Bellek Müzesi, “12 Eylül 1980 darbesi sürecinde işlenmiş insan hakları suçlarının kaydını tutuyor ve hak ihlallerini görünür kılıyor.” Müzenin varoluş amacı, Bulutsuzluk Özlemi şarkısındaki gibi “Ne olacak bütün bunlar? Bütün bunlar ne olacak? diye tekrar tekrar sormak. Unutturmamak, kayıt tutmak, geleceğe aktarmak. ‘Geçiş dönemi adaleti’ olarak literatüre geçen kavramı doğru bir yerden okuyarak pratiğe dökmenin ön koşulları bu kayıtlar, sorular, yüzleşmeler. Hesaplaşma, uzlaşma herkes sözünü söyledikten sonra mümkün olabilir ancak. ‘Geçiş dönemi adaleti’ kavramının ortaya çıkmasına neden olan Nürnberg Davaları ve Arjantin’deki Cunta Yargılamaları sırasında kurulan insan hakları ve adalet komisyonlarının ilk yaptığı bunlar oluyor; veri toplamak, tanık ifadelerine başvurmak ve belgelemek. Otoriter, diktatör rejimlerden barışçıl bir geleceğe geçişin yolu sistematik ve kapsamlı bir çalışmadan geçiyor.

Aradan kırk küsür yıl geçmesine karşın, 12 Eylül 1980, geçmişte bıraktığımız uzak bir anı olarak kalamadı. Bir hayalet gibi aramızda dolaşan- hatta bir hayaletten de fazlası- kimliği, kişiliği olan bir tarih gibi. Bugün yaşadığımız ne varsa hep o günlerin devamı. Hala o karanlığın mirası genlerimizde, günlerimizde. Geçmişe yüzlerimizi dönerken, eş zamanlı olarak şimdiki zamanın belleğini de tutabilirsek, her iki dönemin çatışmalarını, travmalarını aydınlığa kavuşturmak ve aralarındaki bağı anlamak mümkün olabilir. Belki o zaman ölülerimizle vedalaşır, hapsolduğumuz eski fotoğrafların içinden, dışarıya çıkarız. Şimdiki zamanı ve geleceği kendi kendiliklerinde tadarız. O zamana dek bütün zaman dilimleri, her yer sadece Geçmiş.