Psikiyatrik-psikolojik söylem, elbette kalın zulümlerin ardından yönetilenlerin bakışını zalime değil kurbana odaklamada paha biçilmez bir kullanım değerine sahiptir

Ne şizofrenik toplumuz ne de cinnet geçiriyoruz… Öldürülüyoruz, olan bu!

CEMAL DİNDAR
Psikiyatrist

Günümüzde toplumun atardamarlarına ve kılcal damarlarına aynı iştahla saldıran şiddetin belirleyenlerini anlamada en önemli güçlük, onu bir ‘psikolojik vaka’ya indirgeyen tutumdur.

“Şizofrenik bir toplum olduk”, ya da “Toplum olarak cinnet geçiriyoruz”, ya da “Travmaya uğradık”, ya da “Depresyondayız” benzeri bildirilerin, açıklamaların ideolojik çekiciliği günümüzde toplumsal sistem için neredeyse vazgeçilmez düzeydedir. Bu vazgeçilmezlik, eninde sonunda eşitsizliklerin bataklığında koyulaşan toplumsal acıların, katliamların, cinayetlerin sistem ve kitleler için kabul edilebilir sınırlara çekilmesi ile ilgili değildir yalnızca…

Bu psikiyatrik-psikolojik söylem, elbette kalın zulümlerin ardından yönetilenlerin bakışını zalime değil kurbana odaklamada paha biçilmez bir kullanım değerine sahiptir. Fakat bu kullanım değerinin ideolojik gücünü devşirdiği asıl mecra hiç de o kalın zulüm anları değildir. Hatta o anlarda söylem dikiş atmaya da başlar. Asıl mecralardan biri; marksist estetiğin ‘toplumsal gerçekçiliği’nin ince işçilikli bir taklidi olan ve özellikle psikanalizi, onunla birlikte de ‘iyi edebiyat’ı kötüye kullanarak inşa edilen ‘yeni yapıt’tır.

Şiddet ve ‘yeni yapıt’

‘Postmodern yapıt’ın çekirdeğine yerleşen ve temel uygulama alanını sinemada bulan bu söyleme, yukarıdaki taklit vurgusuyla söylersek, pekala ‘psikolojik gerçekçilik’ diyebiliriz. İnsanın iç dünyasına bakış iddiası, hakikatin yuvasının ancak orası olabileceği, sıklıkla bu bakışın bir kötülük düğümüne, insanın karanlığına sabitlenmesi… Şimdi ve burada ‘hem iyi ve hem kötü’ olabilen insanın hakikatinin mutlak kötülükte saklı olduğu tezinin karşılığı, iç dünyası boşluktan, değersizlikten ibaret bir ruhsallıktır ve bu boşluğun tamamlayıcısının dünyanın, dışarının, yaşamanın değersizliği duygusu olacağı işin abecesidir. Her şeyi; doğayı, toplumsal değerleri, insanı, kutsalı bir aşk söylemi ile ve kuruturcasına emen sağcılığın karşısına dünyayla ilişkisinde adını bile koyamadığı başka bir dünya fantezisine kapılıp gerçeklik kaçkını olmuş, hayatla ilişkisinde bedbaht, insanla muhabbetinde gönülsüz bir solun varlık iddiası ne olabilir ki? Söz konusu sol, hipnoid bağla ‘yüce millet’ imgesine çökmüş ya da bir çıkar grubuna indirgenmiş yapay kitleler için bir şakadan ibaret kalıyorsa bu şakanın düğümü sözünü ettiğimiz yapıt ile meydanlarda veya düğün salonlarında patlayan bombalar arasında salınan kötülük ile atılmaktadır. Bir de bu yüzden, sağcılığın tek seçenek gibi yaşatılması için, solun insana dair bu kötülük kabulüyle yoğrulması, bununla birlikte şiddetin bir yönetim biçimi olarak olağanlaştırılması gerekmektedir. İnsanın doğasına atfedilen kötülüğün belirleyiciliğine yapılan her vurgu, sağcılığın özüdür ve uzun erimde şiddetin meşrulaşmasına katkıda bulunur.

‘Sözde-‘

Dünyanın dört bir yanında ve özellikle Yakındoğu’da içine uyanmanın baht mı bahtsızlık mı olduğu meçhul bu kalın zulmün çeşitli görünümleriyle artık gündelik hayata yerleşmiş durumda. Köleliğin, kafa kesmelerin, kuşak ya da cinsiyet ayrımı gözetmeksizin sembolik kavim katliamları gerçekleştirmelerin, kısaca insanlığın premodern hayaletlerinin tekrar yeryüzünü dolaşması ile sözünü ettiğimiz yapıt arasındaki bağı kuramadığımızda, havaleli bir dünyaya doğduğumuz yahut kötü yöneticilerce yönetildiğimiz kabulleri dışında elimizde ne kalır ki? Oysa bugün, kendini kötülükten azade gören kişi ve grup kabulleriyle insan türü en küçük birimlerine değin bölünmüşken herkesi birleştiren ve evrensel olarak kendini tüm insanlığa dayatan tek bir araç kalıyor geride: şiddet ve savaş sahnesi…

Yeryüzünü bir heyula gibi dolaşan ve kah Kabil’de, kah Bağdat’ta, Halep’te, kah Ankara’da, İstanbul’da, Sur’da, Elazığ’da, Gaziantep’te, Cizre’de, Paris’te, Brüksel’de görünüp sonra yokluğuyla bile Dünya’nın tüm şehirlerinde var olabilen yıkım makinesinin yarattığı dehşet ve korku anları insanlığın buluştuğu yegane doruk duygu durumları haline gelmekte… Bu şiddet karnavalında söz konusu doruk duygu durumlarının yıkıcılığından uzaklaşmış bir rekabete dönüşme olanağını da insanlık tüketmek üzere… Belki benim hüsnükuruntumdur; ne şampiyonaların, ne de olimpiyatların eski tadı var… Çünkü her birinin üzerine o hayaletin gölgesi düşüyor ve yaşadığımız dünyanın kültüründe başat olanın nefret ve yıkıcılık olduğu o gölgenin sahayı işgal etmesiyle hemen hep hissediliyor.

Muktedir olanların bile en güçlü oldukları anda üzerlerine düşen ve gerçekte ne denli güçsüz olduklarını yüzlerine haykıran küresel bir şiddet ağından söz ediyoruz. Siyaset veya kültür endüstrisi ağalarının hiyerarşideki konumlarına göre aşağıdan yukarıya ‘kandırıldık şarkısı’ söylemelerinde bu güçsüzlük ve güçle baştan çıkarılmış olmanın dayanılmaz hafifliği vardır ve şarkı yine güçlüye ithaf edilmektedir. Bu ağa her şey kendisi olarak değil, yalan haliyle, pseudo, sözde bir şey olarak yerleşebiliyor. Sözde-aydın, sözde-mümin, sözde-demokrasi, sözde-barış, sözde-muhalif, sözde-iktidar, sözde-mağrur, sözde-mağdur, sözde-halk, hasımlıkların bile bu denli değiştiği bir dünyada, sözde-dost, sözde-düşman… ‘Sözde’ olmayan ise ister gruplar isterse kişiler arasında olsun, yıkıcılıktır.

Galiba Freud’un uygarlığımız ile ilgili kötümser kehanetinin gerçekleştiği günlerdeyiz. 1915’in, Birinci Paylaşım Savaşı’nın düş kırıklığında şunları yazıyor:

“Şimdi gerçekleşeceğine inanmak istemediğimiz savaş patlak verdi ve beraberinde düş kırıklığı getirdi. Öncekilerden sadece daha kanlı ve daha fazla kayıp veren bir savaş değil bu, aynı zamanda muazzam yetkinleştirilmiş saldırı ve savunma silahlarından dolayı en az onlar kadar hunhar, amansız, acımasız. Barış zamanlarının beraberinde getirdiği ve uluslararası hukuk olarak adlandırılan bütün yükümlülük sınırlarının ötesine geçip yaralının ve hekimin sahip olduğu ayrıcalıkları, halkın savaşan ve savaşmayan bölümü arasındaki ayrımı, özel mülkiyetin taleplerini tanımıyor. Yoluna çıkan her şeyi kör bir öfke içinde yere vuruyor, ardında en ufak bir gelecek ve insani barış bırakmamacasına. Birbirleriyle boğuşan halk toplulukları arasındaki bütün bağları koparıp atıyor ve ardında yeniden bağlanmanın uzun süre mümkün olamayacağı bir öfke bırakma tehlikesini taşıyor.”1

Şiddet yeryüzünü bu denli belirlemeye başladığında yönetici sınıfın ilk öğrendiği şey, şiddetin efendisi olmaz ve onu kendi kontrolünde bir yıkıcılığa dönüştürmezse erkini kaybedeceği gerçeğidir. Yaşadığımız günler, hepimizin gözü önünde ve küresel düzeyde şiddetin düzenleyicisinin kim olacağı mücadelesinin gerçekleştiği günler olarak da anılacaktır. Ve kaçınılmaz olan şey: bir süre sonra varlığı bu şiddetin devamlılığına bağlı taraflar oluşur ve şiddet tahterevallisi, yoksulların, ezilenlerin kanı üzerinde dengede durmaya çalışan tiranlar yaratır.

Bu süreçte psikiyatri ve psikolojiye düşen ise sözde-kavramlar üretmek olur, olacaktır. Geçmişte olduğu gibi: şizofrenik toplum, toplumsal travma, seçilmiş travma, nefret toplumu vesaire…

Fısıltıyla söylenen…

ne-sizofrenik-toplumuz-ne-de-cinnet-geciriyoruz-olduruluyoruz-olan-bu-178813-1.

Anadolu bir geçiş coğrafyası ve Freud’un kavramıyla ‘Kültür dünyası’, Anglosaksonların deyişiyle ‘uygarlık’a sunduğu dertler ve dermanlar yeğin olabilen bir coğrafya… Altüst oluşlardaki nüfus hareketlerinin de, kültürel regresyonlar veya sıçramaların da içerdiği şiddetin bir coğrafya için taşınılmaz boyutlara ulaşabildiğini görmek için tarihe cesaretli bir bakış yeter de artar. Cumhuriyet’in daha kuruluş aşamasında yurtta ve dünyada barışı ilke düzeyinde benimsemesinde can havli düzeyinde bir sezginin ve coğrafyanın görgüsünün payı olduğunu düşünebiliriz. Özellikle yurtta barış ilkesine ne kadar bağlı kalınabildiği ayrı bir tartışma konusu ve yaşadığımız günlerde başımıza gelenlerle bu tartışmanın elbette bir bağı olacaktır. Tarihi boyunca yaşanmış ve yeniden parlamak için bir çıngı bekleyen bastırılmış düşmanlıkların, katliam anılarının kâh bir meydanda, kah bir futbol stadyumunda hemen ses verir hale gelmesi boşuna değil. Böyle bir coğrafyada ve böyle bir dönemde toplumsal sözleşmesi kardeşlik temelinde yeniden düzenlenmiş bir siyasal birlik kurulamazsa, hangi uzmanlar topluluğu hangi kavramla topluma bir niteleme yaparsa yapsın bu topraklarda bütün müzakere alanlarının iptal edildiği bir yaşama mecbur kalabiliriz. Ki o an, bir toplumun birlikte yaşamak için seferber edebileceği tüm yaratıcılığının çöktüğü andır ve ağıtlar bile duyulmaz olur. Hayat bu denli değerden düşürüldüğünde fısıltıyla söylenen tek bir cümle kalır geriye:

“Öldürülüyoruz, olan bu!”

1 Sigmund Freud, Savaşın ve Ölümün Güncelliği, Çev. Çağlar Tanyeri, Telos Yayınevi (Baskıya hazırlanan dosya).