Biliyorsunuz, iki haftaya yakın süredir hakkımda akıl almaz bir linç kampanyası yürütülüyor. Bu süre boyunca, ‘soruşturmanın gizliliği’ ilkesini korumak adına, mümkün olduğunca konuyla ilgili şeyler söylememeye, yazmamaya çalıştım. Ama görüldüğü gibi, olay resmen şeriatçı bir linç kampanyasına dönüştürüldü.

İki öğrencinin dilekçesi, şikâyet konularının gerçekliği sorgulanmadan, herhangi bir ön araştırma yapılmadan, müthiş bir hızla hem disiplin hem de ceza soruşturması açıldı. Ama daha kötüsü, öğrencilerin dilekçesinin Rektörlükten sızdırılması oldu. Böylece, önce bir sendika lideri tarafından hedef gösterildim. Ardından olanları, özellikle 16 Aralık Cuma eylemlerini biliyorsunuz.

Bu arada, soruşturmayı beklediğim ve avukat arkadaşlarımla savunma metni üzerinde çalıştığımız için, YTÜ’deki 22 yıllık görev sürem boyunca inançlı öğrencilerle hiçbir sorun yaşamadığımı, dilekçeye ‘inananları hedef göstermek’ şeklinde geçen şeyi bırakın yapmayı, vallahi ne olduğunu bile bilmediğimi, olay hakkında görüş isteyen bazı yayın organlarına belirttim. Onlar da tek kelime bile çarpıtmadan yayımladılar, sağ olsunlar.

***

Bu arada, hayatımda bir kere bile “Muhammed sübyancıdır” demediğimi, nekrofili kavramınınsa Yeşilçam filmlerinin senaryolarını çözümlerken kullandığım kolaylaştırıcı bir kavram olduğunu vs. dile getirmekten özellikle çekindim. Ama artık kimseciklerin soruşturmanın gizliliğiyle ilgili kaygısı olmadığına, olaylar gerçekleri zerre kadar umursamayan bir kitle tarafından can güvenliğimi tehdit edecek boyuta taşındığına göre, birkaç cümleyle de olsa kendimi ifade edebilirim.

Peygamber Muhammed’in sübyancı olduğunu düşünmüyorum. Sübyancılık (pedofili) olarak tanımlanan hastalık hali, bir ‘predatör’ davranışını da beraberinde getirir. Yani pedofil şahıs, sürekli istismar edecek yeni çocuklar arar. Peygamber Muhammed’in, en yakın arkadaşı ve halifesi olan Ebubekir’in 6 yaşındaki kızı Ayşe’yle nikâhlanması ve Ayşe 9 yaşındayken de cinsel ilişkiye girmesini onaylamam elbette imkânsız. Ama 1400 yıl önce yaşanmış bu olaydan hareketle peygamber Muhammed’in pedofil olduğunu söylemek doğru olmaz, çünkü peygamberin hayatında buna benzer başka bir olay yaşanmadığını biliyoruz. Yani benim böyle bir söz söylemem, kategorik olarak mümkün değil.

Ama, özellikle Timur Soykan’ın haberiyle ortaya çıkan rezalete bakılırsa, bu ülkede pek çok tarikat ve cemaat, çocuk evliliğini ‘sünnet’ olarak tanımlıyormuş gibi görünüyor. Yani Müslümanların bu konuda dönüp kendi kaynaklarına ve o kaynakları yorumlama biçimine tekrar bakmaları, neyin örnek alınıp neyin alınmaması gerektiğini kendi aralarında tartışmaları gerekiyor. Aksi halde hem çocuk istismarı devam edecektir, hem de bu konunun evrensel insani değerler üzerinden tartışılması ‘düşünce suçu’ olarak kalacaktır.

***

Nekrofili meselesine gelince…

Bazı Avrupa filmleri ve bağımsız yapımlar dışında, genel olarak batı sinemasında görülmeyen bir olguyla karşı karşıyayız: İster başrolünde Yılmaz Güney’den Cüneyt Arkın’a, Kadir İnanır’dan Fikret Hakan’a kadar en ünlü Yeşilçam aktörlerinin oynadığı aksiyon-avantür filmlerinde olsun, ister Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur gibi müzisyenlerin oynadığı arabesk filmlerde olsun, filmin sonunda kahramanın öldüğü görülür. Bazen esas oğlan ölür, esas kız onun başucunda ağlarken film biter; bazen de esas kız ölür, esas oğlan onu kucağına alıp batan güneşe doğru yürür. Böylece, bu ülkenin insanlarının kahramanlarla ‘özdeşleşme’ (mimesis) yaşayıp onca macera atlattıktan sonra, filmin sonundaki ‘arınma’ya (katharsis) ne yazık ki ancak ölümle ulaştığı bir anlatı yapısıyla karşılaşırız. Bu, hayatı değil ölümü yücelten, ‘nekrofilik’ bir sinema anlayışıdır. Senaryolarımızı yazarken, hele özdeşleşmeci bir senaryo yazıyorsak, arınma noktasını nasıl kuracağımız konusunda çok dikkatli olmamız gerekiyor. İşte öğrencilerime bunu anlatıyorum. Şikayet dilekçesinde geçen bir diğer ‘suçlama’ya göre, ne kadar da müfredat dışı, değil mi?!

Gördüğünüz gibi, hem derslerimde hem de kişisel hayatımda, kendi inançlarımdan veya inançsızlığımdan yola çıkmıyorum; Aristo’dan Shakespeare’e, Diderot’dan Brecht’e kadar pek çok isim tarafından 2500 yılda gıdım gıdım geliştirilmiş ve artık bilimsel olduğu söylenebilecek bir temele oturtulmuş tragedya estetiğine dayanarak konuşuyorum. Akademik kurumların özellikle dikkat etmesi gereken inançsal bilgi-bilimsel bilgi farklılığı da burada ortaya çıkıyor işte...