Üç yıl önceydi. Gazeteci arkadaşlarımız OdaTV davasından tutukluydu. 20 Aralık 2011’de adına KCK dedikleri operasyonlardan biri daha yapıldı. Bu kez İstanbul’daki gazeteciler için. 24 Aralık’ta adliye önündeydik, içeride yine gazeteci arkadaşlarımız.

Zamanın Beşiktaş DGM’sindeydik, hava çok soğuktu. Öyle pazar günkü gibi bir kalabalık da yoktu. Toplasan 10-15 gazeteci. Saatlerce bekledik, sabaha karşı 36 gazeteci tutuklandı.

O bekleyişte konuştuk, sıra onlara gelince ne yapacağız, nasıl tutum alacağız diye. Bugünün geleceğini biliyorduk. Belki bu kadar çabuk olmasını beklemiyorduk.

Evet, ne yapacağız?  Biz, yani gazetecilerin hapse atılmasına karşı mücadele yürütenler, ne yapacağız? Herhalde “Ekrem Dumanlı onurumuzdur” demeyeceğiz. Peki, “Siz de dün şunu yapmıştınız” deyip kenara mı çekileceğiz? Hayır. Hem herkes biliyor onların geçmişte neler yazdıklarını hem de mevzu o değil.

Mevzu ne?

Pazar sabahı uyandığımda benim aklıma da herkes gibi “Uzun Bıçaklar Gecesi” geldi. Ancak SA’ların yok edilmesi faşizmin güçlenmesinde sadece bir adımdı. Dolayısıyla, zamanında faşizmin en kullanışlı uygulayıcılarından biri olan aygıtın, bugün aynı faşizm tarafından yok edilmeye çalışılmasını intikam çığlıklarıyla karşılamak, “Oh olsun” demek her şeyden önce akılcı değil. Çünkü bu operasyonlar, bugün de faşizmin güçlenmesinde sadece bir adım. Ve “Oh olsun” demek, bir strateji veya politika değildir.

Odaklanmamız gereken daha acil bir sorunumuz var: Faşizmin bir derece daha güçlenerek, iktidarın “Kafamı bozmayın, hepinizi hapse atarım, çıt çıkmayacak” tavrını yükseltmesi ve artık dış dünyadan gelen/gelecek tepkileri de umursamıyor görünmesi.

Bu operasyonun yapılmasından çok yapılış şekli, günler önceden haberdar olmamız, basın kuruluşlarının direkt sorumlularına yönelmesi, dosyadaki suçlamalar… İktidarın hiçbir şeyden korkusunun olmadığını gösteriyor. Sokak hariç. İktidar en çok (ve sadece) sokakta hakkını arayan kalabalıklardan korkuyor. O yüzden de hepimizi yok etmek istiyor. Memlekette esamimiz okunmasın istiyor. Kaçalım, gidelim, sinelim, susalım istiyor. Hatta hepimiz bir gecede ölsek belki de rahat edecek?

‘En iyi biz biliriz’
Yoksa iyi biliyoruz, Cemaat suçlu. Medyasıyla, yargısıyla, polisiyle suçlu. “Gazetecilikten tutuklanmadılar” manşetiyle, “gazeteci değil terörist” başlığıyla, arkadaşlarımızla konuşmalarımızın tape tape yayınlanmasıyla… 2007’den beri yaratılan algının müsebbibi. (Yargıyı-polisi saymıyorum bile. Onlar “işini” yaptı.)

Peki Cemaat’i bu suçları ortak işledikleri AKP iktidarı mı yargılayacak? AKP, Cemaat’in suçlarını yargılayabilir mi? 2007’yi düşünün, Ergenekon operasyonunun nasıl ve neden başladığını. Bugünkü operasyonla olan bağlantısını. Dünkü Ergenekon davası sanıklarından bazılarının bugünkü (iktidar yanlısı) tutumlarını.

Davanın da, bu soruşturmanın da demokrasiyle, kontrgerillanın yargılanmasıyla, faili meçhul cinayetlerle, basın özgürlüğüyle ilgisi yok. O dönem de bir iktidar kliği ve yanlarına katılan muhalifler tasfiye edildi, şimdi de aynı şey yapılıyor. Liberaller hariç herkesin bildiği gibi AKP’den demokrasi de çıkmaz adil yargılama da. O zaman da çıkmayacaktı, şimdi de çıkmayacak. O zaman? Muhaliflere düşen gerçek suçlarından hiçbir zaman yargılanmayacak olan eski iktidar kliğine “Oh olsun” diyerek koltuğa yaslanıp olan biteni izlemek mi olacak? Yoksa faşizme karşı her koşulda direnmek mi?

Dünün muktedirinin bugünün “mağduru” olmalarının etik tartışmada nereye düştüğü ise ayrı konu. Onu da konuşacağız. Zaten hiç unutmadık ki. Ahmet Şık dün yazdı: “AKP’nin siyasal desteğini arkasına alan Cemaat’in kontrgerilla unsurları olan polis ve yargı mensuplarının işbirliğiyle, medyasının kamusal meşruiyet uğraşlarıyla hapsedildiğim Silivri’den çıkarken yaptığım konuşmayı da verdiğim sözü de unutmuş değilim.”