Ekonomi yönetiminin aldığı kararların beklenen sonucu vermesi ancak ve ancak ekonomik aktörlerin eylemlerine bağlıdır. Eğer alınan kararlar bu aktörlerin davranışlarını beklendiği gibi değiştiremiyor ise hedeflenen sonuçlara varmak da mümkün olmaz.

Peki, kimdir bu ekonomik aktörler? Bunların davranışları nelerden nasıl etkilenir. Siz televizyon programlarında “piyasalar” diye atıfta bulunduklarına bakmayın. Ekonomik aktörler onlarla sınırlı değildir. 83 milyonun üzerinde olan nüfusun tamamı ekonomik aktördür. Pazara gidip alışveriş yapıyor, evini kiralıyor, parasını değerlendirmek için farklı enstrümanlara bakıyor vs. Diğer bir ifade ile aslında hepimiz birer aktörüz. Bu nedenle aslında ekonomik sonuç doğuran işlemler bu insanların yaptıklarıdır. Eğer siz uygulamaya soktuğunuz politikalara halkı ikna edemezseniz beklediğiniz sonuca da ulaşamazsınız.

Biliyorsunuz Merkez Bankası Başkanı ve Hazine ve Maliye Bakanının değişiminden sonra “piyasalarda bir bahar havası esiyor.” Borsa endeksi 1.500’ü geçti, dolar 7,30’ların altına geriledi filan. Bunlara baktığınızda işler yolunda gidiyormuş hissine kapılabilirsiniz. Ama gerçek maalesef öyle değil. Mesela, dolardaki düşüşün önemli bir kısmı doların tüm paralar karşısında değer kaybetmesinden kaynaklanıyor.

Vatandaş ne iktidara ne de ekonomi yönetimine güvenmiyor, uyguladıkları politikaların sonuç vereceğini düşünmüyor. Böyle olunca da beklenen sonucun ortaya çıkması pek mümkün görünmüyor.

Mesela enflasyon oranını ele alalım. TÜİK 2020 yılı tüketici enflasyonunu %14,6 olarak açıkladı. Peki, buna vatandaş inanıyor mu? Hayır inanmıyor. Tüm gözlemler gösteriyor ki vatandaşın hissettiği ve maruz kaldığı enflasyon oranı bunun çok üzerinde. Hissettiği derken sözcüğün duygusal anlamını kastetmiyorum. Bildiğin cüzdanından çıkan paraya bakarak yaşadığı durumu kastediyorum. Hal böyle olunca, iktidar tarafından açıklanan veriler ve bu verilere dayanarak almış oldukları kararlar da inandırıcı olmuyor. E, inanmayanı ikna etmek de kolay değil.

24 Aralık’ta Merkez Bankası politika faizlerini 200 baz puan daha artırarak %17’ye çıkardı. Oldukça yüksek bir oran. Oldukça derken diğer ülkelerde var olan faizleri dikkate alıyorum. Salgın döneminde böyle yüksek faiz uygulayan ülke birkaç tane. Peki, bu kadar yüksek faizler vatandaş tarafından nasıl algılanıyor? Bu soruya yanıt vermek için BDDK’nın verilerine baktım. Faizin artırıldığı gün gerçek kişililerin bankalarda bulunan döviz hesaplarının tutarı 167 milyar dolarmış. Bu tutarın 108 milyar doları vadesiz hesaplarda bulunuyor. Yani istediği zaman bozdurabileceği dövizlerden bahsediyoruz. Vade sonunu beklemesini gerektirmeyen hesaplar.

Faizler açıklandı, piyasada bir bayram havası ama vatandaşta karşılığı yok. 31 Aralık itibariyle, yani faizlerin artırıldığının duyurulmasından sonraki bir hafta içinde, gerçek kişilerin döviz hesabı 1,5 milyar dolar artarak 168,5 milyar dolara çıkmış. Diğer bir ifade ile faizler %17’ye çıkmış olmasına rağmen vatandaş döviz almaya devam etmiş. Buna ne anlam yüklemeli? Buradan hareketle nasıl bir sonuca varabiliriz?

Bunun anlamı şu; “ben yaptım oldu” ekonomide karşılığı olmayan bir yaklaşımdır. Tüm aktörleri, başta halkı, yapacaklarınızın sonuç vereceğine inandırmanız lazım. Bu da sadece faiz oranlarını artırarak olmaz. Faiz faktörlerden sadece birisidir. Oysa vatandaş bütüne bakıyor. Baktığında gördüğünün ise pek iç açıcı olmadığını düşünüyor.

Halkın güvenmediği bir iktidarın ekonomiyi düzeltme imkânı yoktur. Bu kadar yılda ülkeyi getirdikleri noktaya bakınca da halk nezdinde güveni tesis etmeleri mümkün olmayacaktır.