Ne yaşadık, ne yapmalıyız?

H. İbrahim Alpaslan*
En son yaşadığımız ve ne yazık ki İzmir’de birçok can kaybı yaşamamıza neden olan Samos Depremi’nin ardından söylenenlere bakıldığında belli döngülerin tekrar ettiğini görmek üzüntü veriyor. Bu yazıda mümkün olduğunca aynı kısır döngülere girmeden, depremin iki farklı ölçekteki etkilerini irdeleyerek nerelerde yanlış yaptığımızı ve ne yapmamız gerektiğini özetlemeye çalışacağım.
İzmir ölçeğinde bakılacak olursa depremin her ilçede aynı yoğunlukta hissedilmediği ve aynı yıkıcılığa neden olmadığı açık. En hasarlı bölgelerin Bayraklı ve bazı sahil kesimleri olmasından hareketle şu yorum yapılabilir. Birçok kıyı kentinde olduğu gibi İzmir’de de denize yakın düzlük alanların hemen hepsi akarsuların taşıdıkları alüvyonların zamanla birikmesi sonucu oluşmuş bölgelerdir. Bu tür zeminlerin depremin binalardaki yıkıcılığını artırdığını biliyoruz. Şüphesiz depremin kentin hangi bölgesinde daha şiddetli yaşanacağı bu zemin yapısının yanı sıra merkezinin konumu, derinliği, fayların ve sismik dalgaların yönü gibi diğer jeolojik faktörlere de bağlı.
Bina ölçeğinde bakacak olursak, deprem her ne kadar şiddetli olsa da homojen bir yıkıcılığa neden olduğunu söylemek mümkün değil. Alandaki gözlemlerimizde yıkılan veya ağır hasar alan binaların yanında hiç hasar almayan binaların olduğunu da görebiliyoruz. Bu da bize zayıf zemin yapısı ile birlikte binalardaki tasarım, uygulama ve/veya malzeme sorunlarının varlığına dair ipuçları veriyor. Özellikle taşıyıcı sistem tasarımı iyi yapılmış, doğru malzeme kullanılmış yapıların zayıf zeminde dahi ayakta kaldığını görüyoruz.
Özetleyecek olursak, depremin yıkıcı etkisi öncelikle zayıf zeminlerdeki tasarım, uygulama veya malzeme hatası olan binalarda ortaya çıkmış gibi görünüyor. Dolayısıyla bu iki olumsuzluğun bir araya geldiği binalar en riskli grubu oluşturuyor. Zayıf zemindeki sağlam yapılar veya güçlü zemindeki zayıf yapılar da ikincil risk grubunu oluşturuyor. Yaşadığımız son depremde bu ikincil gruptaki yapılar yıkılmadı ancak orta veya hafif hasar aldılar. Bir de tabii ki “kolon kesme” gibi taşıyıcı sisteme ciddi müdahalelerin de yapıyı hangi zeminde olursa olsun en riskli gruba soktuğunu söylemek gerekiyor.
Bu iki ölçekteki gözlemlerimize dayanarak sorumlular ve yapılması gerekenlere dair önerileri de yine iki ölçekte ele almak yerinde olur.
İlk olarak ne yazık ki İzmir, büyük oranda kentin alüvyon dolgu alanlarına yerleşmiş, bu alanları neredeyse tamamen 3-4 kattan yüksek apartmanlarla doldurmuş durumdadır. Bu ölçekte öncelikli sorumlular bu yerleşim kararlarını alanlardır. Ancak bu kararlar genellikle bir-iki kişinin inisiyatifiyle değil kimi zaman neredeyse tüm kentlilerin talebi/baskısı ile oluşur. Yakın zamanda İnciraltı’nı imara açma girişimlerine karşı Mimarlar Odası ve birkaç örgütün dışında neredeyse herkesin yapılaşma yönünde çaba sarf ettiğini hatırlamak bu alanların nasıl yerleşime açıldığına dair canlı bir örnek olarak karşımızda. Mavişehir bölgesindeki kentin belki de en riskli zeminlerinde halen devam etmekte olan hukukun etrafından dolaşarak inşa edilen yüksek yapılar, kentin en önemli toplanma alanı olan Kültürpark’ta yapı yoğunluğunu artırma çabaları benzer güncel durumlar. Dolayısıyla bu ölçekte birkaç suçlu bulup cezalandırmak pek kolay değil, yapılması gereken bundan sonra bu gibi alanları yapılaşmaya açmamak ve mevcut planları revize etmek olmalıdır.
Yapı ölçeğinde ise şüphesiz bireysel suçlular daha kolay bulunabilir. Yıkılan veya ağır hasar gören binalarda tasarım, uygulama veya kullanım sürecinde hatası, ihmali bulunanlar dikkatli soruşturmalarla belirlenmeli ve adil biçimde yargılanarak cezalandırılmalıdırlar. Bu aşamada da “tüm müteahhitler, mimarlar, mühendisler suçlu” veya “betonarme suçlu” gibi toptancı yaklaşımlardan ya da tam tersi, 1999 depreminde olduğu gibi tüm suçu tek bir günah keçisi bulup ona yüklemekten kaçınılmalıdır.
Bu ölçekte acil olarak yapmamız gereken, şu an herhangi bir hasar almamış olsa dahi yukarıda en büyük risk grubuna sahip binaların derhal tespit edilip boşaltılması ve yenilenmesidir. Kısa-orta vadede ise alüvyon zeminlerdekiler başta olmak üzere kentteki tüm yapıların gözden geçirilmeli, imar planları revize edilerek kat sayıları yeniden değerlendirilmeli, mümkünse düşürülmeli, ranta değil güvenliğe ve nitelikli mekanlara odaklı bir kentsel dönüşüm uygulanmalıdır. Yine kısa-orta vadede, müteahhitlik sistemi yeniden düzenlenmeli, mimarlık mühendislik hizmetlerinin eğitimden uygulamaya değin niteliğini artıracak yatırım ve planlamalar yapılmalıdır. Yapılarda mimarın, mühendisin denetimini artıracak yönetmelik iyileştirmeleri ile siyasi ve rant baskısından uzak, TMMOB odaları gibi özerk yapılar ile birlikte daha sağlıklı bir proje denetimi sisteminin kurulması amaçlanmalıdır.
Benzer acıların bir daha yaşanmaması için zaman kaybedilmeden radikal adımların atılması kaçınılmazdır.
*TMMOB Mimarlar Odası İzmir Şubesi 43-44. Dönemler Yönetim Kurulu Başkanı