Ne yediğimizi nasıl(!?) bilebiliriz…

Sıklıkla kullanılan bir slogan haline geldi: ‘ne yediğinizi bilin.’ Çok güzel, bilelim de nasıl bilebiliriz? Mühendis filan değilse, sıradan yurttaşın bilmesinin tek yolu etikete bakmak. Buna alıştık. Bakıyorum: menşei, içindekiler, üretim yeri, tarihi… Bir sorun görünmüyor. Bakanlıkça denetlendiğine dair bir şüphemiz de yok elbette. Ta ki zaman zaman yayımlanan taklit ve tağşiş listesiyle karşılaşana kadar.

Geçen hafta Tarım ve Orman Bakanlığı 229 firmaya ait 386 üründen oluşan taklit ve tağşiş listesini yayımladı. Listede ne ararsanız var... Zeytinyağı, tereyağı, et ve süt ürünleri, çikolata, alkolsüz içecekler, baharatlar, margarin, çay, kahve, kuruyemişler…

Bu liste ile marketlerde satılan ürünlerin bir kısmını tüketirken, örneğin; baharat yerine gıda boyası, zeytinyağı yerine başka tohum yağları, tereyağı yerine nişasta tüketiyor olabileceğimizi öğrendik. Bir kısmında da besin değeri olmayan ilaçlar bulunduğu tespit edilmiş. Besin değeri olmamasının ötesinde, toplumun genelinin sağlığı tehdit eden bu ilaçlar bunlar. Hatta belirli hasta gruplarının yaşamını da tehdit ettiği söyleniyor. ‘Sildenafil, parasetamol’ gibi ilaçlar bunlar arasında sayılıyor.

Tabii biz ürün alırken etikette parasetamol veya ‘farklı tohum yağları’ gibi maddelerle karşılaşmıyoruz. Bunlar zaten laboratuvar analizi olmaksızın tespit edilebilecek şeyler de değil. Tarım ve Orman Bakanlığı da ‘tüketicinin bilgisine arz etme’ görevini üstlenmiş, liste yayımlıyor. Liste herkese ulaşabiliyor mu, bilmiyoruz. Bu ürünler markete gelene kadar neden denetlenmiyor; satışı neden yasaklanmıyor; üretim aşamasında bakanlık hangi tür denetimleri yapıyor gibi sürece dair belirsiz bir dolu soru var. Yani tüketici bilgisine arz etmek elbette yeterli değil. Keza farklı yıllara ait taklit ve tağşiş listelerinde aynı firmaların ürünler görülmeye devam ediliyor.

Demek ki denetim ve yaptırım açısından halk sağlığını önceleyen bir perspektif benimsenmiyor. Ayrıca Bakanlık gıda güvenliğinin tesisi için yaptırımlar üzerinde çalışıldığını ekliyor ki tam da burada ayrılıyoruz… Gıda güvenliği tek başına bu sorunları çözecek bir yaklaşım öneremiyor. Çünkü temelde kontrolün yine devlet-sermaye dengesine oturduğu bir modele dayanıyor.

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın benimsediği bu perspektif zaten şirket tarımını, endüstriyel tarımı; sentetik tarım ilaçlarının, kimyasalların kullanıldığı tarım sistemini destekliyor. Şirketler de ihtiyaca değil, piyasaya oranla üretim yapıyorlar. Bu nedenle de taklit ve tağşişten sakınmıyorlar.

Bu sistemin ortaya çıkardığı başka bir dizi sorun daha var. Geçtiğimiz sene bir seçim çalışması olarak da kullanılan tanzim satıştan tutun, şarbon krizine, soğan stoklamaya, hasatını satmak yerine sokağa döken çiftçiye, madende çalışmak zorunda bırakılan zeytinciye, zehirli ot karışan ıspanağa kadar… Kaldı ki tarıma ilişkin her türden kararın çiftçinin aleyhine, ithalatçı ve ihracatçı şirketlerin de lehine olduğu bir düzende gıda güvenliğinden de söz edilemez. Çünkü gıda krizinin temel sebebi de bu: gıda sistemi tohumdan sofraya üretici ve tüketiciden muaf bir süreç. O nedenle de şirketlerin insafına bırakılmış bir gıda güvenliği, yediğimize daha da yabancılaşmamız dışında bir şey getirmeyecektir.

Bu yabancılaşma karşısında üreticinin merkezde olduğu bir gıda politikası hattı için tartışılan bir başka yaklaşım da gıda egemenliği. Gıda egemenliği toplumların gıda üretimindeki artan endüstriyelleşme, kimyasal girdiler, büyük ölçekli tarım şirketleri ve de piyasa yanlısı yapısal düzenlemeleri dönüştürmeye yönelik bir aralığını kapsayan alternatif bir model öneriyor.

Güvencesiz, güvenliksiz, sağlıksız, niteliksiz, hileli hurdalı gıdaları üreten sisteme karşı üreten ve tüketenlerin gıda sistemine egemen olması anlamında… Yani ne yediğimizi bilmenin yolu gıda egemenliğinden geçiyor.