Ne zaman  gitti tren?

Yeni çıkan kitapları izleyebilmek için bazı yabancı gazetelerin kitap eklerini inceliyorum. Çok zevkli bir iştir, bazen pahalıya patlasa da. Pazar günü Los Angeles Review of Books’a bakarken kendimi birden James Baldwin fotoğraflarıyla karşı karşıya buldum. Böyle sürprizler yaptığı oluyor, bildiğim bir yıldönümü olmasa da. Olur olmaz yerde karşısına çıkar insanın. Ben de her seferinde sevgili bir dostumu görmüş gibi olurum. Öyle çünkü, sevgili bir dostum. Konuşmalarını dinlediğim, kitaplarını bizzat kendisine imzalattığım bir yazar: James Baldwin.

Aslında herhangi bir dergi ya da gazetede yer alması için ille de doğum ya da ölüm yıldönümü olması gerekmiyor. Oscar’lı Midnight’ın yönetmeni Barry Jenkins, onun çok sevdiğim romanı ‘If Beale Street Could Talk/Sokağın Dili Olsa’yı beyazperdeye uyarlamak üzeredir mesela, ki öyle. Baldwin hayranı Jenkins’in yapım çalışmalarına ekim’de başlayacağı söyleniyor. 1974’te yayınlanan kitap Harlem’de geçiyor ve Fonny ile Tish’in aşkını anlatıyor. Blues’u akla getiren bir aşk hikâyesi...

Zaten Los Angeles Review of Books’ta biri, altmış yıla yakın bir süre önce Baldwin’in neden kendisine blues şarkıcısı dediğini merak etmiştir. Clifford Thompson 1960’ların başı ile ortası arasında, yazar / denemeci / şair ve oyun yazarı Baldwin’in 40 yaşına yaklaşırken, ilk kitabı yayınlandıktan on yıl kadar sonra kendinden blues şarkıcısı diye söz ettiğini hatırlatıyor. Şarkı söyleyemediğini, müzikten hiç anlamadığını itiraf eden birinden söz ediyoruz. Şöyle diyordu ama: uzun süre İngiliz dilini, olduğu gibi, büyük beyaz yazarların tarzını taklit etmek için kullanmıştı. Ama artık o dili kendi amaçları için yeniden yaratmayı, bir şey taklit etmektense deneyimlerini paylaşmak için blues ‘sound’unu kullanmayı umut ediyordu.

Bir film de söz konusu olabilirdi. Mesela, Haitili yönetmen Raoul Peck’in Oscar adayı belgeseli ‘I Am Not Your Negro / Ben Senin Zencin Değilim’ gibi. Peck, filminin merkezine, Baldwin’in yarım kalmış eseri ‘Remember This House’u almış. Yazar, burada, çok kısa aralıklarla öldürülmüş Afrikalı-Amerikalı üç aktiviste, üç arkadaşına dair anılarını anlatmış: Medgar Evers, Malcolm X ve Martin Luther King Jr. Aslında, bunlara dayanarak Amerika’da ırkçılığın kökeni ve bu ırkçılıkla nasıl mücadele edilebileceği hakkında bir deneme yazmak istemiş. Peck de bu yarım kalmış metni arşiv görüntüleriyle birleştiriyor. Böylece, Baldwin’in o dönemde ırkçılık hakkında söylediklerinin günümüz Amerika’sında nasıl halen geçerli olduğunu görüyoruz. Baldwin’i, aktör Samuel L. Jackson seslendirmiş.

Bir ihtimal de, bunların hiçbirine gerek olmaz. Bir Baldwin okuru olarak gözümüze onun kitaplarından birinin adı çarpmıştır. Sander Kitabevi’nde bizzat kendisine imzalattığımız kitaplardan biri: Söyle Bana Ne Zaman Gitti Tren? / Tell Me How Long the Train’s Been Gone? ya da The Fire Next Time. Bambaşka hayatlara girmemize yol açan ve beni hüngür hüngür ağlatan “Giovanni’s Room / Giovanni’nin Odası” belki.

Kitapların iç kapak sayfalarında minik şiirler vardı. ‘The Fire Next Time / Bundan Sonrası Ateş’te de olduğu gibi. Karaderililerin en sevdiği ilahilerden birinden, Siyah hareket için yol gösterici olan bir ilahiden alınmıştı: “Tanrı Nuh’a gökkuşağı işareti verdi / Su yok artık, sıra ateşte şimdi.” Bu seferki muhatabı da, beyaz Amerikalılardı. ‘Ne Zaman Gitti Tren?’de ise, aktör Leo Proudhammer geriye bakarken pek çok sorun geçer gider: Irkçılık, köktendincilik, eşcinsellik gibi... Leo’nun kurtuluşu dinde bulmuş kardeşi Caleb, “Annemiz neredeyse beyazdı” der. “Ama bu onu beyaz yapmıyordu. Beyaz olmak için tamamen beyaz olman gerek.”

Öyleyse ne zaman gitmiş tren? Herkesin treni biraz farklı ama belli ki gideli çok olmuş. Gençliğimden beri en çok sevdiğim yazarlardan biri olan James Baldwin, ülkesinin gerçeklerini, karaderililerin zor durumunu, koşullarını olduğu gibi görmüş ve yazmış, söylemişti. Ne yazık ki, o koşullar bugün de pek değişmemiş.

Oysa Baldwin 63 yaşında bu dünyaya veda edeli otuz yıl oldu.