“Hayat bazen gerçekten saçma geliyor. Bırakıp gitmek en güzeliymiş gibi. Ama işte…” Söyledi ve sustu. Herkesin iç sesini dökmüştü ortaya. Bazılarının derin sessizliği onaylama, kimilerinin bakışları acıma doluydu. Ben sustum… Sordu bana: Ya sen ne düşünüyorsun?
“Felsefenin gerçekten önemli olan tek bir sorunu vardır, intihar” der Camus. Ona göre hayatın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak insanın en önemli sorunudur. Hayat ne kadar değerlidir? İntihar etmemek için, üstelik böylesine bir dünyada, ne gibi gerekçelerimiz olabilir ki? Dünyanın hiçbir bilimsel gerçeğinin, hiçbir büyük buluşunun dindiremeyeceği iç sıkıntılarımızın varlığı ortadayken neyin gelişmesi ve ilerlemesi yaşanmaktadır örneğin! Hayatlarımızın sürekli başka hayatlarla tüketilmesi, göğüs kafeslerimizin ortasında kocaman boşlukların her geçen gün daha da büyüyor olması ortadayken hangi huzurlu medeniyetten söz edilebilir!
Hiç bu kadar çok çalışıp bu kadar fazla uykusuz kaldığımız başka bir tarih dilimi olmuş muydu? Bunca sömürünün ortasında büyük teoriler ve açıklamalarla yol aldırılıyoruz sadece. Evrenin sırlarına vakıf olduğumuzu söyleyen büyük anlatıların hiçbirisi bir şiirin bir dizesinden daha fazla ruhumuzu dinginleştiremiyor.

“Ruhlarımızın için için yendiği” bu dünyada eski sorular yetersizdir. Artık elimizde cevaplanmayı bekleyen yeni ve daha güçlü bir soru vardır. “Neden yaşıyoruz” ve “neden bu dünyadayız” sorularından daha güçlü bir sorudur bu: Neden bu dünyaya katlanmak zorundayız? Örneğin neden bir toplama kampında insanlıktan çıkarılmaya çalışılan bir Yahudi esir intihar etmez ve öldürülmeyi bekler? Kimilerimiz için bir toplama kampı haline gelmiş bu dünyada neden daha fazla durmaya çabalıyoruz?
Bütün bu dünya neyin mekânıdır? Bu dünya Albert Camus’nün “saçma” dediği şeyin mekânıdır. İnsanın ruhunun ve bedeninin gittikçe uyumsuzlaştığı, huzursuzluğun ve hiçliğin can-ı gönülden kabulüne kucak açılan bir dünyadır. Dünya var olmanın dayanılmaz hafifliğiyle değil, dayanılmaz ağırlığıyla mustarip olanların dünyasıdır.

Örneğin bir zamanlar delicesine sevilen, yüzüne dokunulurken bile ürperilen bir kadının artık sevilmeme halidir “saçma”. Bir aşkın dağılmasıdır durduk yere. Bir çocuğun ağlamasıdır nedensiz. Bütün büyük teorilerin ölüm karşısındaki suskunluğudur. Her hareketimizin uyumsuz bir duvara çarptığı dünyanın gerçeğidir. Hepimizin yaşadıklarını bir paragrafta özetleyebilecek kadar güçlüdür “saçma”nın dili: “Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku, ve aynı uyum içinde salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol”. İşte bu aynılıktır çürüten. Bu aynılıktır insanlardan yayılan o çürük kokusunun nedeni. Küflenmiş bir hayatların tekrarıdır. Öyleyse neden burada durmak zorundayız ki? Öyleyse intihar denilen şeye neden dört elle sarılmıyoruz?
İşte bütün mesele de buradadır. Bazen boşuna olduğunu bildiğin halde durabilmek ve bütün saçmalığına karşın karşılayabilmektir onu. Direnmenin gücüdür insanı doğayla yeniden özdeş kılan. Hayvanla insan arasındaki o büyük açığı kapatan. İnsanı yeniden hayvan mertebesine yükselten. Evet yanlış okumadınız. Onun mertebesini yeniden hayvan seviyesine yükselten direnmenin kendisidir. Dünyaya fırlatılmış her insan, Tanrıların, hep yeniden aşağıya yuvarlanacak olan taşı tepeye çıkarmakla cezalandırdıkları Sisifos’tur. Bu cezayı bilinçli olarak kabul etmiştir. Saçma olan budur. Hayatın kendisi budur. Hayat o taşı tekrar yuvarlanacağını bilerek zirveye taşımaktır. Kısacası kim tarafından ve nereden gelirse gelsin kötülüğe direnmektir. Yenilginin sürekliliğine karşı kötülüğe direnmektir. Bazen sonucunu bile bile direnmektir. Durmak ve seyretmek değil direnmektir. Direnmektir, direnmektir.

Sordu bana: Ya sen ne düşünüyorsun? Bırakıp gitmek yılgınlığın değil, direnmenin bir parçası olacaksa hiç durmayacaksın dedim.