Neden? Daha ne kadar? Ne zamana kadar?

SEMİHA DURAK

Hikâyeler mi beni buluyor yoksa ben mi onları bir türlü karar veremediğim bir zamanın içinden geçiyorum. Elizabeth’in yağmurlu sokaklarında, değişmeyen bir zamanın sıkıntılı sarmalında çakılıp kaldığımı sanırken, kendimi anlık gelişen bir yolculuğun ortasında, Meksika’da buldum.

Azteklerden kalan güneş taşının önündeyken zaman sanki doğrusal değil, başka türlü akıyor. Kral Moctezuma’nın düşerken ardında bıraktığı o sakin rüzgâr saçlarımı savururken, kendimi doğduğum ülkede sanmamı sağlayacak kadar hafif ve de naif bir aidiyet duygusu ruhumu kucaklıyor. Bu topraklar, bütün Latin Amerika, yüzlerce yıla yayılmış yalnızlıkları, acıları, gözyaşları ve her şeye rağmen tükenmeyen umutları, renkleriyle bir şeyler anlatmak istermiş gibi beni yine kendine çekiyor.

Başkent Meksiko’nun Juarez semtinde, Meksikalı aktör Gael Garcia Bernal’ın müdavimi olduğunu duyduğumuz, onunla karşılaşabilme ihtimalimizi yükseltmek adına gelip oturduğumuz şık kafede, mezcalli kokteyllerimizi yudumlarken bizim kızlarla bir anlaşma yapıyoruz. Eğer Gael gelirse “cool takılmadan” yanına gidip fotoğraf çektirmekte kararlıyız. Masaya Gael değil, kabak çiçeği dolması geliyor. Ama tadı bizdekilere hiç benzemiyor; bu kabak çiçeklerinin içinde safranlı kalamar var. Hafif çakır keyif ve bütün gün şehrin altını üstüne getirmekten yorgun düşmüş olsak da, eve yürüyerek dönmeye karar veriyoruz.

Havre caddesinin bitip Reforma’ya bağlandığı döner kavşaktan uzanan ağaçlıklı kollardan birinde, adını Alice Harikalar Diyarı’ındaki “Küçük Timsah Nasıl Yapar” adli şiirden alan sürreal timsah heykelinin hemen arkasında, etrafı fotoğraflarla duvar gibi sarılmış çadırlar karşılıyor bizi. Bronz timsahın peşinden sanki başka bir boyuta geçmiş gibiyiz şimdi.

Siyah beyaz yüzlerden oluşan fotoğrafların arasında, mavi renkli kumaştan bir afiş dikkatimi çekiyor. Arka planında kırmızı büyük harflerle AYOTZİNAPA, ve 43, onun üzerinde de siyah harflerle “Neden? Daha ne kadar? Ne zamana kadar?” yazıyor. Hangi dilde olursa olursun anlamını kalbimin her köşesinde hissedeceğim derinlikte ve cevabı dünyanın her yerinde birbirine benzeyen hikâyelerin içinde gizli olan sorular bunlar.

neden-daha-ne-kadar-ne-zamana-kadar-897726-1.

Çadırların etrafını saran afişleri ve fotoğrafları telefonum ile videoya kaydederken içeriden, fotoğraflı duvarın diğer tarafından birinin bize doğru geldiğini fark ediyorum. Maskesini benim yaptığım gibi çenesinin altına indirmiş. “İyi geceler” diyor dostça gülümseyerek ve nereli olduğumuzu soruyor merakla. Türkiyeli olduğumuzu duyunca da gözleri bir başka parlıyor. “Tarihinizi, yaşadıklarınızı çok iyi biliyoruz” diyor. Aramızdaki mesafeli boşluğu hüzünlü bir sessizlik sarıyor. O sessizlikte ne çok şey konuşuluyor; iki uzak kıtanın hiç büyüyemeyen çocuklarının hikâyeleri oracıkta, sessizce kucaklaşıyor. Eski arkadaşların yıllar sonra karşılaşması gibi bir yoğunluk yerleşiyor bir anda havaya. İsimlerimizi bilmesek de kim olduğumuzu biliyoruz. Birbirimizi geçmişlerimizden tanıyoruz. Adının Marcus Antonio olduğunu söylüyor. Tıpkı Kleopatra’nın sevgilisi gibi diye ekliyor, gülümseyerek. Haberlerden duyduğumuz kadarıyla bildiğimiz Ayotzinapa 43’ün, 2014 yılından beri kayıp olan 43 öğrencinin hikâyesini Marcus Antonio’dan dinlemeye başlıyoruz.

2014 Eylül’ünün sonlarında bir gece, başkent Meksiko’ya iki saat uzaklıktaki İguala kasabasında, yaklaşık yüz öğrenciyi taşıyan otobüsler, kasabanın değişik noktalarında beş farklı saldırıya uğramıştı. Yirmili yaşlarının başlarında, ya da biraz daha küçük olan bu öğrenciler, o gün yakınlardaki Ayotzinapa kasabasından buraya gelmişler ve düşük öğretmen maaşlarını protesto eden bir gösteri düzenlemişlerdi. Normalista (Normal okul öğrencileri) denilen öğrenciler, bizdeki Köy Enstitüleri modeline benzeyen Ayotzinapa Kırsal Öğretmen Okulu’nda eğitim gören öğretmen adaylarıydı. Öğretmen yetiştiren bu okullar Meksika devriminin ardından, devletin ücretsiz eğitim politikasının bir parçası olarak başlamıştı. Ayotzinapa Öğretmen Okulu, vaktiyle Lucio Cabañas gibi Meksika’daki gerilla hareketine öncülük etmiş mezunlar da çıkarmıştı. Cabañas ve arkadaşları “öğretmenlerin yalnızca sınıfta olup bitenle değil, toplumun her türlü sorunuyla ilgilenmeleri gerektiğini, okula gelen çocuğun yırtık pantolonunu da, açıklıktan şişen karnını da gözardı edemeyeceklerini” savunuyorlardı.

neden-daha-ne-kadar-ne-zamana-kadar-897725-1.

Aradan geçen yılların ardından, aynı sol geleneği sürdürmeye devam eden normalistaların, 2014 Eylül’ünde İguala’ya yaptıkları yolculuğun başka bir nedeninin daha olduğunu söylüyor Marcus Antonio. Gerçekte ne zaman, nasıl ve nerede başladığını kestirmenin güç olduğu bu hikâyenin ucu, tüm kanlı hikâyeler gibi geçmişe uzanıyor yine. “68 Katliamını biliyor musunuz?” diye soruyor Marcus Antonio. Dersine iyi çalışmış öğrencilerin gururuyla “bugün orada, katliamın yapıldığı meydandaydık” diye yanıtlıyoruz onu. Aynı dili konuştuğumuzdan, birbirimizi anladığımızdan emin, anlatmaya devam ediyor yine. “Ayotzinapalı öğrencilerin İguala’ya gitme nedenlerinden biri de işte o katliamdı” diyor. 2 Ekim 1968’de, yüzlerce öğrencinin öldürüldüğü katliamın yıldönümünde, Meksiko’da yapılacak gösteriye katılmak için İguala’da bağış topladıklarını anlatıyor bize.

Çadırlarla dışarıyı birbirinden ayıran hayali bir kapının üzerinden konuşurken susuyor, içeriye girmek ister miyiz, diye soruyor. Küçük bir kütüphaneleri, sebze yetiştirdikleri bahçeleri var. Nöbet tutanların uyuduğu çadırların etrafını saran büyük tentenin altında mutfakları, yemek yedikleri ve toplantı yaptıkları bölüm yer alıyor. Her yerde afişler, posterler, çizimler asılı. Aort damarlarıyla oldukça gerçekçi çizilmiş bir kalbin ve 43 rakamının hemen yanında şöyle yazıyor: “Kalbim atmayı bırakana kadar, seni aramaya devam edeceğim.”

Azteklerin güneş taşının gölgesinde zamanın doğrusal akmadığından eminim artık. Zamanın kıvrımlı katmanları arasında gidip geliyor, başladığım yere geri dönüyorum sanki. Tres Culturas (Üç Kültürün) Meydanında, 53 yıl öncesinde değil miydim az önce? Meydan, Meksika’nın üç değişik dönemine; Aztek, İspanyol sömürgesi ve bağımsızlık yıllarına ait yapılarla çevrelendiğinden dolayı almış ismini. 68’leri saymamışlar. Dört Kültürün Meydanı olarak değiştirilmeli, diye geçiriyorum aklımdan. Yolların, yılların buluştuğu bir kavşağı andırıyor meydan. Zamanın bulanık suları sanki bu meydanın girdabında buluşup karışıyor; geçmiş, şimdi ve geleceğe buradan taksim edilerek dağılıyor. Meydanın bir yanını saran yüksek binalardan açılan silahların seslerini duyar gibiyim. 68’li çocukların çığlıkları çınlıyor kulağımda sonra. Aklımda bu topraklarda yaşamış bir şairin dizeleri:

“Hiçbir şey değil mi insanların çığlıkları? Hiçbir şey geçmez mi zaman geçerken?”

Kapılarını can çekişen çocuklara açmayan o günahkâr kilisenin basamaklarında duruyordum az önce, tarihi anlamaya çalışarak. Birkaç beyaz güvercin havalandı meydandan o sırada. Yeniyetme çocuklar kaykaylarıyla geçtiler sonra yanımdan; 68’li çocuklardan geriye kalan yüzlerce hayali ayakkabının arasından. Meydanın taş zemininde tebeşirle çizilmiş temsili ceset resimleri var. Çizimlerin altında “Unutmadım. Orduydu. Devletti” yazıyor. Yıllar sonra Ayotzinapalı normalistaların ardından söylenen, taş zeminlere, bez afişlere, camlara, sokaklara yazılanlar da yine aynı: Polisti. Orduydu. Devletti. Unutmadım. Hikâye hiç değişmiyor çünkü. 2014’un Eylül’ünde, İguala’dan Ayotzinapa’ya doğru hareket eden otobüslerin içindeki öğrencilere ateş açanlar da yine polis, yine ordu; örtbas eden, suçluları koruyan yine devlet. Silahsız savunmasız gençlerin avına dönüşen gecenin sonunda üç öğrencinin cesedi bulunuyor, 43 öğrencinin ise kayıp olduğu bildiriliyor.

Olaydan sorumlu tutulan yetkililerin verdiği ifadelere bakılırsa, öğrenciler polis tarafından yerel bir uyuşturucu çetesine teslim edilmiş. Aynı yetkililer, öğrencilerin çete tarafından öldürülüp yakıldığını, kemikleri ve küllerinin de kasaba yakınlarındaki bir dereye atıldığını iddia etseler de kesin bir kanıt yok. Korku filmlerinden farksız, inanması zor, hazmetmesi imkânsız. Kanımı donduruyor duyduklarım, sonradan okuyup öğrendiklerim...

“O günden bugüne, tam yedi yıldır haber alınamadı” diyor Marcus Antonio. Sanki dünya onları yemiş yutmuş, yer yarılmış da içine girmişler gibi sırra kadem basmışlar. Bir süre önce kayıp gençlerden birinin DNA’sı, İguala yakınında bulunan kemik parçalarıyla eşleştirilmiş. “Yine de diğer öğrencilerin hala hayatta olduklarına dair umutlarımızı kaybetmedik” diyor. “Bunun için nedenlerimiz var” diye ekliyor, umutsuz bakan gözlerimizi görünce. Olaydan birebir sorumlu olan ordu, polis ve hükümet yetkilerinin ifadelerinin çelişkili olduğundan, delillerle oynanıp karartıldığından bahsediyor. “Öldüklerine dair bir kanıt yok” diyor.

Hala hayatta olduklarını umut etmelerinin bir diğer nedeni, yine bir şekilde 1968’e bağlanıyor. 68 Katliamının intikamını almak adına, dönemin devlet başkanına suikast girişiminde bulunan Carlos Castenada adındaki adamın polis tarafından kaybedildiğini, ama 23 yıl sonra bir akıl hastanesine kapatılmış olarak bulunduğunu anlatıyor bize. Ayotzinapa’lı öğrencilerin de Carlos gibi bir yerlerde tutuluyor olma ihtimalinin olduğuna inanıyorlar, buna inanmak istiyorlar. Kalpleri attığı sürece onları aramaktan vazgeçmeyen anne babalarının kalbinden geçen bu. Bir yerlerde hala var olduklarını düşünmek ve bir gün yeniden kucaklaşma ihtimali hayatta tutuyor ailelerini. Bu mümkün değilse, yani çıkıp gelmeyeceklerse günün birinde, ne kadar acı olursa olsun gerçeklerin açığa çıkmasını, adaletin yerini bulmasını istiyorlar.

Ne kadar da ağır bir gün oldu bugün. Yağmur bastıracakmış gibi bir ağırlık var havada da şimdi.

Çadırların dışına, sokağa kadar geçiriyor bizi Marcus Antonio. Tanıştığımızda ve bizi uğurlarken durduğu o hayali kapının önünde fotoğraflarını çekiyorum. Başka bir dünyanın uluslararası dayanışma ile mümkün olduğu inancı ve inadıyla vedalaşırken, son anda ismimi soruyor bana. Söyleyip yürümeye devam ediyorum. Birkaç blok uzaklaşınca kendi kendime hayıflanıyorum sonra. Adımı kimden aldığımı söylemek hiç de gelmedi aklıma.

Kim bilir, belki bir gün yeniden düşer yolum buralara. İguala’daki ya da 68 katliamındaki gibi gencecik yaşta öldürülmüş bir öğrencinin adını taşıdığımı söylerim o zaman. 70’lerin sonunda, Ege’deki Eğitim Enstitüsü’lerinden birinde, genç birer öğretmen adayı olan annem, babam ve arkadaşlarından, Egeli köylülerle paylaştıkları o eşsiz dayanışma ruhundan, onlarla birlikte verdikleri mücadeleden de konuşuruz belki sonra. Çünkü hikâyeler, birbirlerine benzeyen insanlar gibi, zamana ve mekâna aldırmadan her zaman, her yerde kucaklaşmanın bir yolunu bulur.